1. YAZARLAR

  2. Dr. Muhsin DEMİREL

  3. İslam İntişarı Bazı Faktörlere Bağlıdır
Dr. Muhsin DEMİREL

Dr. Muhsin DEMİREL

MÜFTÜ
Yazarın Tüm Yazıları >

İslam İntişarı Bazı Faktörlere Bağlıdır

A+A-

Her şeyin bir karşılığı, bir külfeti olduğu gibi, İslâmî fütuhat, İslâm’ın intişarı ve yayılması için de birtakım sebep ve etkenler gerekmektedir. İmtihan dünyası olduğundan dünyada hiçbir şey sebepsiz meydana gelmez. Hz. Peygambere vahi gelip tebliğe başlayınca ilk etapta Mekke müşrikleri tarafından büyük bir tepki ile karşılınmış olsa da gerek Hz. Peygamber döneminde olsun, gerek ashabı kiram döneminde olsun İslâm çok hızlı bir şekilde yayılıyordu. Daha sonraki dönemlerde ise zaman zaman hızlı yayılırken, bazen de ağır bir şekilde yayılıyor veya duraksıyordu.

İslâmî fütuhat ve İslâm intişarı büyük ölçüde idarelere bağlıdır. Baştaki halife veya devlet başkanının adaleti, ihlası, samimiyeti ve başarısı İslâm intişarında belirgin rol oynamaktadır. Hz. Peygamber ile ashabı kiram, hassaten Hz. Ömer’in hilafeti döneminde İslâm adeta şimşek hızıyla yayılmıştı. Muhammed Hamidullah’ın “İslâm Anayasa Hukuku” adlı kitabında verdiği malumata göre Resûlullah (s.a.v.) hicret edip Medine’ye geldiğinde Müslümanların hâkimiyeti altında bulunan toprak parçası 8 km² (8 kilometrekare iken), Resûlullah (s.a.v.)’ın vefatı sırasında bu toprağın genişliği 3 milyon km²’ye ulaşmıştı.

Hz. Ömer’in oldukça kısa sayılabilen on buçuk yıllık hilafeti döneminde ise Suriye’nin kalan kısmı, Irak’ın tamamı, Mısır, Kudüs, İran’ın tamamı ve Afrika’nın birçok bölgesi fethedilerek İslâm coğrafyasına dâhil edilmiştir.

İslâm’ın yayılmasına vesile olan faktörleri şu maddeler altında sıralamak mümkündür:

Birincisi fedakârlık. İslâm’ın yayılması ve intişar bulması için fedakârlık gerekir. Fedakârlıktan maksat, her Müslüman’ın kendisine düşeni yapması, gerektiği takdirde malını, canını ve evladını feda edebilmesidir. Gerektiği takdirde her Müslüman malını, canını ve evladını Allah yolunda feda etmezse İslâm yayılmaz, intişar etmez, güç kazanmaz. Resûlullah (s.a.v.) ve ashabı kiram döneminde İslâm’ın hızlı bir şekilde yayılmasının nedeni onların kâmil imanı ve fedakârlığı idi. Ashabı kiram, gerektiği zaman malını, canını ve evlatlarını Allah yolunda seve seve feda edebiliyordu:

Hz. Esma’nın verdiği malumata göre Hz. Ebû Bekir, Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte hicret ederken 5 bin dirhem parası vardı ve o, yolda veya Medine’de harcanmak üzere bu paraların tamamını alıp beraber götürmüştü. (İbn Hişâm, es-Siretu'n-Nebevîyye, I, 488.) Keza Tebuk Seferinde Resûlullah (s.a.v.) ashabı kiramdan seferin masrafları için yardım isteyince bu sırada elindeki tüm paralarını getirip Resûlullah (s.a.v.)’a teslim etmişti. Resûlullah (s.a.v.)’ın ehline ne bıraktın? sorusuna karşılık onlara Allah ve Resulünü bıraktım, cevabını vermişti. (Tirmizî, “Menâkıb”, 16.)

Ashabı kiramdan Hz. Abdurrahman b. Avf da Allah yolunda büyük infaklarda bulunmuştur. Mervezî onun infakıyla ilgili şunları aktarmaktadır: Hz. Abdurrahman Resûlullah (s.a.v.) döneminde malının yarısını yani 4 bin dirhem sadaka vermişti. Daha sonra 40 bin dirhem sadaka verdi, daha sonra tekrar 40 bin dirhem sadaka verdi, daha sonra 40 bin dinar sadaka verdi. Daha sonra gazve için 500 hayvan kiraladı, daha sonra yine gazve için 1500 hayvan kiraladı. (Abdullah b. Mübarek el-Mervezî, ez-Zuht ve’r-Rakâik, s. 520)

Hz. Abdurrahman’ın yaptığı infak günümüz parasıyla bir trilyonu aşmaktadır. Zira zekât nisabı olan 20 dinar ile 200 dirhem kıymet bakımından birbirine denk geliyordu. 20 dinar en sahih hesaplamaya göre 85 gram altına denk gelmektedir. Bugün (28.10.2025) itibariyle bir gram altın 5.307,556 TL’den satılmaktadır. 1 gram altın 5200 liradan hesaplanırsa 4 bin dirhem günümüz parasıyla 8.840.000. (sekiz milyon sekiz yüz kırk bin TL.). 40 bin dirhem 88.400.000. (seksen sekiz milyon dört yüz bin TL).  40 bin dinar (100 kilo altına denk geliyor)  884.000.000. (Sekiz yüz seksen dört milyon TL.) Bilindiği gibi o dönemde Hz. Abdurrahman’ın şirketleri ve fabrikaları olmadığından milyarlarca serveti yoktu. Sadece ticaret yapıyordu.

Uhud gazvesinde bir ara kendisini öldürmek amacıyla müşriklerden bir grup Resûlullah (s.a.v.)’ı kuşatmıştı. Resûlullah (s.a.v.) kim bunları bizden uzaklaştırırsa ona cennet vardır veya cennette benimle birliktedir, deyip ashabı kiramın kendisini korumasını teşvik etmişti. Bu sırada Ensar’dan 7 kişi sırasıyla kendisini Resûlullah (s.a.v.)’ın önüne atıp ona siper oldu ve şehit düştü. (Müslim, “Cihâd ve’s-Siyer”, 37.)

Uhud gazvesinde canı pahasına Resûlullah (s.a.v.)'ı koruyan ashâbı kirâmdan birisi de Hz. Ebû Talha idi. Hz. Ebû Talha, bir taraftan elindeki kalkanını Resûlullah (s.a.v)'a siper edip onu koruyor, diğer taraftan da düşmana ok atıyordu. (Buhârî, “Megâzi”, 18.)

Uhud gazvesinde Resûlullah (s.a.v.)'ı koruyanlardan biri de Ümmü Umâre künyesiyle meşhur, Mâzenî kabilesinden Hz. Nesibe bint Ka’b idi. Hz. Nesibe savaş kızışınca kılıcını alıp ağır yaralanıncaya dek Hz. Peygamber’in önünde kahramanca savaşmış ve onu korumaya çalışmıştı. (İbn Hişâm, es-Siretu'n-Nebevîyye, III, 81, vd.)

Uhud gazvesinde cereyan eden bazı manzaralar, dinin, ashabı kiram katında malları, canları ve tüm yakınlarından daha önemli olduğunu göstermektedir. Bu gazvede Hz. Sümeyra’nın babası, kardeşi ve eşi şehit olmuşlardı. (İbn Hişâm, es-Siretu'n-Nebevîyye, III, 99.) Bazı rivayetlere göre şehitlerin arasında bir oğlu da vardı. (Köksal, İslam Tarihi, XI, 207.) Savaş haberi Medine’ye ulaşınca şehirdeki herkes Uhud’a doğru akın etmişti. Savaş esnasında bir ara “Muhammed öldürüldü” diye yalan bir şayia yayılmıştı. Bu nedenle Uhud’a gidenler, özellikle Resûlullah (s.a.v.)’ı görmek istiyorlardı. Hz. Sümeyra savaş alanına varınca sırasıyla babası, kardeşi ve eşinin şehit oldukları kendisine söylendi, ancak o, Resûlullah (s.a.v.) hayatta mı deyip, duruyordu. Nihayet Resûlullah (s.a.v.)’ın yanına götürülüp kendisine gösterildi. Resûlullah (s.a.v.)’ı görünce tarihe not düşen şu önemli sözünü söyledi: “Sen sağ olduktan sonra her musibet küçüktür.”

Hz. Ömer’in hilafeti döneminde İran’a karşı sürekli gazveler yapılıyor, bazı kadınlar da bu gazvelere katılıyordu. Bu savaşlara katılanlardan biri de Hansa bint Amr adında bir hanım idi. Hz. Hansa’nın eşi daha önce vefat etmiş ve o, kendi 4 oğluyla birlikte Kadisiye savaşına katılmıştı. Bir gece dört oğlunu yanına çağırarak onlara şöyle dedi: “Ey evlatlarım, ananız bir olduğu gibi babanız da birdir, babanıza ihanet etmedim. Ahiret dünyadan daha hayırlıdır. Sabah kalktığınızda var gücüyle Allah yolunda savaşın.” Evlatları aldıkları bu talimat doğrultusunda sabahleyin kalkınca safın başında savaşmaya başladılar. Bir oğlu şiir söyleyerek ileri atıldı, savaştı ve şehit düştü. Diğeri de aynı şekilde şiir söyleyerek ileri atıldı ve şehit düştü. Üçüncü ve dördüncü oğulları da aynı şekilde şehit düştüler. Onların şehadet haberi Hz. Hansa’ya ulaşınca Allah’a şükürler olsun ki beni onların şehadetiyle müşerref kılmıştır. Umulur ki güzel bir yerde (cennetin yüksek bir mertebesinde) onlarla birlikte olacağım, dedi.  (İbn Abdilberr, el-İstiab, fi Marifeti’l-Ashab, s. 879-880.)

Yermuk Gazvesinde Hz. Halid b. Velid Ordu Komutanı Hz. Ebû Ubeyde’nin muvafakatiyle yanına ashabı kiramdan 60 kişi alarak 60 bin kişiye karşı savaşmıştı. Bu, kolay bir iş değildi, adeta hayat memat meselesiydi. Zira bir kişinin 60 bin kişiye karşı savaştığı bir örnek dünya tarihinde yaşanmamıştır. Bu 60 kişinin birkaç saat hatta birkaç dakika içinde şehit edilmesi ihtimali oldukça yüksekti. Ama ashabı kiram din uğruna gözünü kırpmadan canlarını feda edebiliyordu. (Vakidî, Futuhu’ş-Şam, I. s. 158 vd.)

İkincisi sade bir hayat yaşamak. İslâm davetçisi olup idareci konumda veya cemaat lideri olan ve benzeri kimselerin sade bir hayat yaşamaları da İslâm’ın yayılması açısından hayati önemi haizdir. Zira dünya ile ahiret birbirinin zıddıdır. Dünya arttıkça ahiret noksan olur, dünyaya önem verildiği oranda ahirette gerileme yaşanır.

Müslümanlar için en önemli lider ve örnek Hz. Peygamberdir. O hiçbir zaman servet toplamamış, lüks ve konforlu bir hayat yaşamamıştır. İsteseydi en lüks bir hayat yaşayabilirdi. Hz. Peygamber Medine’de İslâm devletini kurduktan sonra peygamberlik vasfıyla birlikte devlet başkanı vasfını da taşımaktaydı. Buna rağmen daha önce Mekke’de yaşadığı hayatını devam ettiriyor ve her biri, bir eşine ait olan gayet mütevazı odalarda yaşıyordu. Servete, lüks ve konforlu hayata asla önem vermemiş, dünyanın geçici bir han olup dünyada yaşayan her insanın da bir yolcu olduğuna inanıyor ve buna göre yaşıyordu.  “Ben dünyayı ne yapayım ki benim ile dünyanın misali bir yaz gününde yolculuk yapıp bir ağacın gölgesinde bir saat gölgelenmiş sonra kalkıp oradan ayrılmış ve ağacı terk etmiş bir kimsenin misali gibidir.” (Ahmed. b. Hanbel, Müsned, IV, 474.)

Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer de hilafetleri döneminde dahi gayet sade bir hayat yaşadılar. Onların hayatı o günün zenginleri gibi değil, aksine normal vatandaşları gibi idi. Onlar bilerek ve imkânları olduğu halde sade bir hayat yaşamayı tercih ettiler.

İslâmî fütuhat hızlı bir şekilde yayıldığından Hz. Ömer döneminde hazine altın çağını yaşıyordu. Öyle ki Hz. Ömer sadece aile reisine değil, aksine ailedeki tüm fertlere maaş bağlamıştı. Buna rağmen kendisi aile efradıyla birlikte adeta fakr-u zaruret içinde yaşıyorlardı. Bunun iki sebebi vardı. Birincisi ahiretteki mertebesine halel gelmemesi, ikincisi dünyaya ve dünyalığa önem atfetmemesi.

Lider konumunda olup da İslâm davetçisi olduğunu düşünen kimselerin az da olsa Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’e benzemeleri gerekir. Hz. Peygamber diliyle konuşup Karun gibi yaşamak tezat teşkil etmekte olup, böyle bir davranış İslâm davetçilerine yakışmamaktadır. Ayrıca dünyanın her türlü lüks ve konforunu yaşayan insanlar başka insanlara örnek olamazlar. İnsanların ekseriyeti servet toplayıp lüks ve konforlu hayat yaşayanların samimiyetine hep şüpheyle bakar. Konumu ne olursa oldun İslâm davetçisi hem söylemi hem de yaşantısıyla insanlara örnek olmalıdır. İnsanlar bir Müslüman’a hassaten lider konumundaki kimseye bakınca Allah’ı hatırlamalıdır. Hz. İsa’ya atfedilen bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: “Size yanında oturacağınız en hayırlı kimseyi haber vereyim mi?... O kimse gördüğünüzde Allah’ı hatırlayacağınız kimsedir…” (Selman, Abdülaziz b. Muhammed, Mevâridu’z-Zam’ân, II, 46.)  

Hz. Ömer, idari konumdaki insanların lük hayat yaşamalarına şiddetle karşı idi. Ashabı kiramın önde gelenlerinden Hz. Sad b. Ebî Vakkâs İran’a karşı yapılan savaşlarda ordu komutanı idi. Kufe’de ikamet ediyordu, lüks bir saray yapmış ve bahçesine lüks bir kapı taktırmıştı. Hz. Ömer durumdan haberdar olanca ashabı kiramdan Muhammed b. Mesleme’yi gidip o kapıyı yakmak üzere görevlendirmişti. Muhammed sarayın yanına varınca hemen kapıyı yakmıştı. Hz. Sad daha sonra gelip durumu görünce Muhammed ona şöyle dedi: Halife Ömer beni bu kapıyı yakmakla görevlendirmiştir. Ona söylememi istediğin bir şey varsa gidip kendisine iletirim. (Abdullah b. Mübarek el-Mervezî, Kitabu’z-Zuhd ve’r-Rekâik, s. 513.)

Günümüzde bazı Müslümanlar, serveti, lüks ve konforu, bir imtiyaz, şeref ve onur vesilesi görseler de İslâm anlayışına göre izzet ve şerefin kaynağı iman ve takvadır. Servetin, zenginliğin, konforlu binaların ve lüks araçların bir kıymeti harbiyesi yoktur. Âyeti kerimede de “Şüphesiz ki en şerefliniz, en muttaki olanınızdır…” (Hucurât, 49/13.) buyrularak bu hususa dikkat çekilmektedir. Bir hadiste de “Şayet dünyanın Allah katında bir sivrisinek kadar değeri olsaydı, dünyadan kâfire hiçbir şey vermeyecekti.”  (Mervezî, Kitabu’z-Zuhd ve’r-Rekâik, s. 509) buyrularak zenginlik, lüks ve konforun Allah katında hiçbir değeri olmadığına dikkat çekilmektedir.

Üçüncüsü adalet. Şeriat ile yönetilen veya iktidardaki idarecileri Müslüman olan bir ülkede adalet ve hukuk son derece önem arz etmektedir. Zira Müslümanların yaptığı her bir yanlış dine eksi bir puan olarak yazılır. Ayrıca Müslümanların hak-hukuk tanımayıp adaletsiz olması, bir taraftan inancı zayıf olan Müslümanların dinden soğumasına hatta bazılarının dinden çıkmasına sebep olurken; öte taraftan Müslüman olmayanların dine karşı kin, nefret ve düşmanlığını daha da arttırır. Bu bakımdan Müslüman idarecilerin adaletli ve dürüst olması, kanunların adil, şeffaf ve çağdaş olup tüm vatandaşlar için eşit bir şekilde uygulanıyor olması son derece önem arz etmektedir.

Günümüzde Müslümanların birtakım noksanlıkları vardır ki bunlar, bir taraftan Müslümanlar arasında İslâmî yaşantının zayıflamasına sebep olurken; öte taraftan gayrimüslimlerin İslâm’ı yanlış anlamalarına sebep olup İslâm’a girmelerine mani olmaktadır. Bu noksanlıkların başında kanun ve hukukun güncellenememesi, adalet ve hukukun şeffaf olup toplum bireyleri arasında eşit olarak uygulanmamasıdır.

Müslümanlar hem bireysel hem de toplumsal olarak diğer milletlere örnek ve model olması gerekirken, İslâm ülkeleri devlet yönetimi bakımından oldukça kötü bir durumdadır. Bireysel olarak da Müslümanlar önceki asırlara nazaran büyük ahlakî bir çöküntü yaşamaktadır. Dürüst ve güvenli insanlar neredeyse kalmamıştır. İslâm’ın ilk asırlarında ise Müslümanlar gittikleri yerlerdeki halka bir kandil gibi ışık saçıyor, güzel ahlakı, dürüstlüğü ve güvenliğiyle diğer milletlerin hidayetine vesile oluyordu. Endonezya ve Malezya halkı Müslüman tüccarların dürüstlüğü ve güzel ahlakından etkilenerek Müslüman olmuşlardı. Hamidullah’ın verdiği malumata göre uzak doğunun bazı kralları Adil Halife Ömer b. Abdülaziz’in adaletinden etkilenerek Müslüman olmuştu.

Selam ve dua ile.

Bu yazı toplam 629 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Yazılan yorumlar hiçbir şekilde www.adilcevaz13.com’un görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır. Yorumlar, yazan kişiyi bağlayıcı niteliktedir.