1. YAZARLAR

  2. Dr. Muhsin DEMİREL

  3. Dini ve Ahlaki Değerlerin Sigortası: Emr-İ Bi’l-Ma’ruf
Dr. Muhsin DEMİREL

Dr. Muhsin DEMİREL

MÜFTÜ
Yazarın Tüm Yazıları >

Dini ve Ahlaki Değerlerin Sigortası: Emr-İ Bi’l-Ma’ruf

A+A-

İslâm’ın emirlerinden biri de iyiliği emretmek kötülükten sakındırmaktır. Arapçada buna emri bil-ma’rûf nehy-i ani’l-münker denilmektedir. Maruf, şeriat veya akıl ile güzel olduğu, münker ise şeriat veya akıl ile kötü olduğu bilinen fiildir. (İsfehânî, Müfredât, s. 561.) Biz burada sözü uzatmamak adına “marufu emretmek” tabirini kullanacağız.

  Marufu emretmenin amacı yanlış yapanları yanlıştan döndürmek, günah ve fesadın yayılıp çoğalmasının önüne geçmektir. İslâm, caydırmak amacıyla bazı günahlara maddi birtakım cezalar takdir ederken, günah ve kötülüklerin yayılmasını önlemek için de marufu emretmeyi vacip kılmıştır. Marufu emretmek, her Müslümanın yapması gereken dini bir emirdir, yapılmayınca günahlar yayılıp çoğalır, günahlara karşı tepkisiz kalanlar da vebal altında kalarak günahkâr olurlar. Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: “Cenâb-ı Allah benden önce bir peygamber göndermedi ki onun ümmetinden havarileri, sünnetine uyan ve emrine tabi olan ashabı olmasın. Ancak daha sonra onlardan bazı nesiller gelir, bu nesiller yapmadıklarını söyler, emredilmediklerini yaparlar. Kim eliyle onlarla cihâd ederse mümindir, kim diliyle onlarla cihâd ederse mümindir, kim kalbiyle onlarla cihâd ederse mümindir, bundan sonra hardal habbesi kadar iman yoktur.” (Müslim, “İman”, 20.)

Marufu emretmek, hayati önemi haiz olduğundan birçok âyette önemine ve farklı yönlerine dikkat çekilirken; hadislerde de bazen imanın nişanesi, bazen cihâd, bazen de cihadın en faziletlisi olarak nitelendirilmiştir.

 “Sizden öyle bir ümmet olsun ki bu ümmet hayra davet eder, marufu emreder ve münkerden sakındırırlar. Felaha eren ancak bunlardır.” (Al-i İmran, 3/104.) âyetinde İslâm ümmetinin felaha ermesi marufu emretmesine bağlanırken, “Siz insanlar için çıkarılan en hayırlı ümmet idiniz. Marufu emreder, münkerden sakındırır ve Allah’a iman edersiniz…” (Al-i İmran, 3/110.) âyetinde İslâm ümmetinin hayırlı bir ümmet oluşu marufu emretmesine bağlanmıştır.

“Münafık erkekler ile münafık kadınlar birbirindendir. Bunlar münkeri emreder, maruftan sakındırır ve ellerini sıkarlar  (Allah yolunda infak etmezler.) Bunlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu… ” (Tevbe, 9/67.)

Mümin erkekler ile mümine kadınlar birbirinin evliyalarıdırlar. Bunlar marufu emreder, münkerden sakındırır, namazı ikame eder, zekâtı verir, Allah ve Resûlü’ne itaat ederler…” (Tevbe, 9/71.)

Bu âyetlerde münafıklarla müminlerin birbirine zıt birtakım vasıf ve özelliklerinden bahsedilmektedir. Münafıklar haramları ve kötülüğü teşvik edip özendirir, Allah yolunda infak etmez ve Cenâb-ı Allah’ı anmazlar. Müminler ise tam tesrine, marufu teşvik eder, haram ve kötülüklerden sakındırır, namazı kılar, zekâtı verir ve Cenâb-ı Allah’a ibadet ederler. Bu son âyette calibi dikkat olan husus, marufu emretmek, her biri dinin birer rüknü olan namaz kılmak ve zekât vermekten önce zikredilmiş olmasıdır. Bundan da anlaşılan şu ki zaman zaman marufu emretmek, namaz kılmak ve zekât vermekten daha önemli hale gelebilir. Çünkü haram ve kötülüklere karşı sessiz kalındığında haramlar yaygınlaşıp her tarafı kaplar, birçok insan bundan nasibini alır, sonunda ibadet edenler de haram ve günah işleyenlerin kervanına katılabilirler. Onlar katılmasa dahi nesilleri yoldan sapıp haramlara bulaşır.

Ayrıca marufu emretmekle kişi birçok insanın ibadet etmesine, namaz kılmasına ve haramlardan uzak durmasına vesile olabilir. Bu bakımdan marufu emretmek, namaz kılmaktan daha fazla sevap kazanmaya vesile olur. Örneğin namaz kılan bir insan günde 5 vakit namaz kılar. 5 kişinin namaz kılmasına vesile olan bir insan ise her gün 25 vakit namaz kılmış gibi sevap alır. Dolayısıyla haramlara mani olmak veya insanların hidayetine vesile olmak namaz kılmaktan daha önemli, daha faziletlidir.

Hz. Peygamber, “Sizden kim bir münkeri görürse onu eliyle değiştirsin, şayet buna gücü yetmedi ise diliyle değiştirsin, şayet buna de gücü yetmedi ise kalbiyle değiştirsin (ondan nefret etsin), bu da imanın en zayıf noktasıdır.” (Müslim, “İman”, 20.) hadisiyle marufu emretmenin her müminin dini bir vecibesi olup imanın da bir gereği olduğuna dikkat çekerken, “…Bildiği takdirde insanların korkusu sizden birini hakkı söylemekten alı koymasın, bilmiş olunuz ki cihâdın en faziletlisi zalim sultana karşı söylenen hak sözdür. (Ebû Ya’lâ, Müsnedü Ebî Ya’lâ, II, 352.) hadisi ile de cihadın en faziletlisi olduğunu açıkça ifade buyurmuştur.

Devlet başkanının ulumlu veya ulumuz yönde toplum üzerindeki etkisi son derece büyük olduğundan Hz. Peygamber zalim devlet başkanına karşı hakkı haykırmayı cihadın en faziletlisi olduğunu ifade buyurmuştur.

 Zalim idarecilere karşı hakkı haykırmak, idarecilerin yanlış hareketlerine tepki göstermek, toplum hayatında son derece önemli bir husustur. Zira devlet erki ve devletin kanunları toplumun motoru konumundadır. Devlet adil, dürüst, namuslu ve sağlıklı çalışırsa toplumun tüm bireyleri sosyal, siyasi ve iktisadi olarak huzur, refah ve güven içinde yaşar, servet de toplumun tüm bireyleri arasında adil bir şekilde dağılır, en azından her birey kolay bir şekilde geçimini temin eder. Devlet erki adil ve dürüst bir şekilde işlemezse, toplum bireylerinin bir kısmı refah ve bolluk içinde yaşarken, diğer bir kısmı açlık ve sefaletle pençeleşir. Bu da tabii olarak bir taraftan sosyal, siyasi ve iktisadi birtakım sıkıntılara, cinayet ve hırsızlık olaylarına sebep olurken; öte taraftan ahlaki çöküntüye, insanların dinden uzaklaşmasına ve İslâmî yaşantının zayıflamasına sebep olur.  

Burada şunu da ifade edelim ki Müslüman bir idareci, haklı tepki ve eleştirilerden rahatsız olmaz, olmamalıdır. Zira vahyin denetiminde olup günahlardan masum olan Hz. Peygamber, hiçbir zaman tepkilerden rahatsız olmamıştır. Hüdeybiye Barış Antlaşmasında Hz. Ömer anlaşmanın iki maddesine sert bir şekilde tepki gösterdiği halde bundan en küçük bir rahatsızlık duymadı.

Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer de kendi hilafetleri dönemlerinde tepki ve eleştirilerden hiçbir zaman rahatsızlık duymadılar. Hz. Ebû Bekir halife seçildikten sonra Mescidi Nebevî’de minbere çıkıp hamd ve sena ettikten sonra şu önemli cümlelerini ifade buyurdu: “Size halife olarak seçildim, ancak en faziletliniz değilim, şayet bende bir eğrilik (yanlış) görürseniz beni düzeltiniz, şayet bunu yapmazsanız ne bende ne de sizde hayır vardır.”

Hz. Ömer’in çok sert bir mizacı vardı. İnsanların çoğu heybetinden korkup titriyordu. İnsanlık tarihinin en başarılı devlet başkanı idi. Buna rağmen hiçbir zaman tepkilerden rahatsızlık duymuyordu. Hilafeti döneminde bir ara kadınların mihri yükselmişti. Hz. Ömer buna müdahale edip mihre sınırlama getirmek istedi. Bir gün minberin üzerinde konuşurken konuya temas ederek mihre sınırlama getirmek istediğini ifade etti. Bunun üzerine kadınlardan biri dizleri üzerine kalktı, “… onlardan birine büyük miktarda mal verdi iseniz…” (Nisâ, 4/20.)  anlamındaki âyeti okudu ve “Ey Ömer, Cenâb-ı Allah’ın kadınlara verdiği bir hakkı sen bizden nasıl alabilirsin?” diyerek Hz. Ömer’in kararına tepki gösterdi. Hz. Ömer bundan asla rahatsız olmadı, aksine, “Ey Ömer, bir kadının bildiğini sen bilmiyorsun”, dedi ve kararından vazgeçti. (İbn Kesir, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, s. 455.)

Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Suriye ve Irak’ın tamamı fethedilerek çok geniş araziler Müslümanların hâkimiyetine geçmişti. Hz. Ömer istikbal açısından bu kadar geniş arazilerin gaziler arasında taksim edilmesini uygun görmüyordu. Bunun için konuyu görüşmek üzere özel bir şura meclisi kurdu. Şura üyelerinin bir kısmı Hz. Ömer gibi düşünürken, bazıları farklı düşünüyordu. Hz. Bilal da Hz. Ömer’den farklı düşünüyor, Resûlullah (s.a.v.)’ın daha önceki uygulamasının esas alınmasını ve dolayısıyla fethedilen tüm arazilerin mücahitler arasında ganimet olarak taksim edilmesini ısrarla istiyor ve bu konuda Hz. Ömer’e baskı yapıyordu. Konu günlerce tartışıldı, Hz. Bilal Hz. Ömer’i gayet yordu. Nihayet Hz. Ömer, “…sizden zenginlerin arasında dönüp dolaşan bir servet olmasın diye…” (Haşr, 59/7.)  âyetine dayanarak arazinin eski sahiplerinde kalmasına karar verdi. (Zerkâ, el-Medhelü’l-Fıkhiyyü’l-Âmm, I. 180.) Hz. Ömer’e karşı o kadar kafa tutmasına rağmen Hz. Ömer bundan rahatsız olmamıştı.

Çağdaş Müslüman idareciler ise, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer gibi davranmıyor, eleştiri ve uyarılara tahammül etmiyorlar. Bugün İslâm dünyası sosyal, siyasi ve iktisadi olarak birtakım sıkıntılarla boğuşuyorsa bunun mutlaka birtakım nedenleri ve sebepleri vardır. Bu sebeplerin başında Müslüman idarecilerin dinî emirleri dikkate almaması, hukuk ve adalete uygun hareket etmemesi, devletin adil ve şeffaf bir şekilde işlememesidir. İkincisi, başta ilim ehli olmak üzere halkın yanlış uygulamalara tepkisiz kalmasıdır. “Ümmetimden iki sınıf insan yani ümera ve ulema ıslah olursa ümmet de ıslah olur, bunlar bozulursa ümmet de bozulur.” (Suyutî, Câmiü’l-Ehâdîs, yy., ts. XIV, 26.) anlamındaki hadis bu dediklerimizin açık kanıtıdır.  

 Esefle ifade etmemiz gerekir ki günümüzde hakkı haykırma hususu Müslümanların kahir ekseriyetinin önemli bir zafiyeti haline gelmiştir. Haram ve yanlış hareketlere karşı Müslümanların çoğu sessiz ve tepkisiz kalmaktadır. Doğruyu söyleyen yedi köyden kovulur, sözü memleketimizin dört bir yanında insanlar arasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Keza bana dokunmayan yılan bin yaşasın, her koyun kendi bacağından asılır, atasözleri de memleketimizde meşhurdur. Oysa böyle bir anlayış, İslam inancıyla çelişmektedir.

Teknolojik imkânların geliştiği, iletişim araçlarının yaygınlaştığı, anlık olarak dünyanın her tarafından haber alma imkânı olduğu günümüzde marufu emretme vazifesi en iyi medya vasıtalarıyla yapılabilir. Ancak ülkemizde medya sağ ve sol kesim olarak genel anlamda iki kısma ayrılmakta ve her medya kuruluşu farklı bir yerden beslenmektedir. Buna bağlı olarak her medya kuruluşu beslendiği kesimin doğrusuna da doğru yanlışına da doğru, karşı tarafın doğrusuna da yanlış yanlışına da yanlış demektedir.

Bu bağlamda aşırı sol kesimin medyası İslâm’ın yasaklayıp haram kıldığı zina, fuhuş, açık saçıklık, faiz ve benzeri fiil ve hareketleri teşvik edip sürekli bir şekilde toplumu din dışı bir hayat yaşamaya davet etmekte, İslâm’ın tüm emir ve yaşam tarzlarına karşı adeta savaşmaktadır.

İslâmî medyanın tavrı da esef vericidir. Müslümanların kahir ekseriyeti sübjektif davranmakta, başkasının yaptığı yanlışa karşı adeta savaş açarken, Müslümanların yaptığı aynı yanlışı alkışlamakta ve övmektedir. Günümüzdeki Müslümanların mantığı şu: Başkası yanlış yapınca haksızlık, zulüm ve adaletsizlik, bizden biri aynı yanlışı yapınca şeyhim yapmışsa bir hikmeti vardır veya maslahat bunu gerektirir ve benzeri açıklamalar.

Oysa tüm Müslümanlar hassaten İslâm’ı savunduğuna inanan medya mensubu kimseler, adil ve dürüst olmalı;  kimden gelirse gelsin doğruya doğru, yanlışa yanlış demeli, doğruyu desteklemeli, yanlışı eleştirmeli, asılsız haberler yaymamalı, doğruyu ve hakikati çarpıtmamalı, toplumun tüm kesimlerine yol göstermeli, toplumu hakka ve doğruya davet etmelidir. Müslümanların yapması gereken budur, din ve Müslümanlar için faydalı olan da budur, Kur'ân da bunu emretmektedir. Nitekim âyeti kerimede “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin…” (Maide, 5/8) buyrulmaktadır.

Konumuzu marufu emretmenin terk edildiği zaman Cenâb-ı Allah’ın bela ve musibetler vereceğini ifade eden bir hadis-i şerif ile bitirelim: “Nefsim elinde olana yemin ederim ki sizler iyiliği emreder, kötülüklerden sakınırsınız veya Allah, kendi katından size bir azap gönderir, sonra siz dua edersiniz ancak duanızı kabul etmeyecektir.” (İbn Kesir, Tefsirü’l-Kur'âni’l-Azim, II, 91)

Selam ve dua ile.

Bu yazı toplam 754 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Yazılan yorumlar hiçbir şekilde www.adilcevaz13.com’un görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır. Yorumlar, yazan kişiyi bağlayıcı niteliktedir.