Biz ve Bizim Haller
Kendimiz ve biz hakkında söylenecek o kadar çok şey var ki, anlat anlat bitmez.
Mesela biz kendimizi anlatmayı çok seviyoruz. Cümleye ben diye başlamayı ve ben diye cümleyi sonlandırmayı seviyoruz. Tüm bildik kelimeleri sıralıyor, en olmadık mekanda, olmayacak muhabbetler ediyor; haddimiz olmayan her şeye burnumuzu sokuyoruz. Uzmanı olmadığımız konularda ahkâm kesiyor; olmayacak, yapmayacak, gerçekleştirilmesi zor, bol ve cömertçe sözler veriyoruz. Zararlı alışkanlıklarımızı terk etmek yerine günahlarımıza başka ortaklar da bulup şahsımızın yaptığı yanlışları toplumun da yapmasını istiyoruz. Çok hayırlı insanlarız, çoook!
Kendimizi eleştirmek yerine başkasının en ufak hatasını devleştiriyor, bu yaptığımızı marifet biliyor; ruhumuz ve bedenimiz kir, pas içinde iken sürekli lekeyi başkasında arıyoruz.
Dostlara, tanıdıklara, akrabalara bir selam vermeyi bile çok gördüğümüz zamanlarda muhtemelen dünyanın en mutlu insanı edasıyla gülümsüyoruz hayata.
Her cuma kulaklarımıza üflenen "... Allah adaleti, ihsanı, akrabaya karşı cömert olmayı emreder; hayasızlığı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar..." cümlesinin ruhumuzda bıraktığı tesiri bir tarafa bırakıp kahve köşelerinde yahut sıcacık evlerimizde çay yudumlama seanslarımızda akrabanın akrep olduğu dedikodularına gönül vermişliğimiz çoktur.
İnsanlar üzerindeki rahatsız edici bakışlarımız sayesinde, bazı kimselerin adeta sokağa çıkma yasaklısı kesildiğini biliyorum. Kıskançlık ve haset duygularımızın aklımıza kilit vurduğunu bilmem söylemeye/anlatmaya gerek var mı?
Kıskancız abi... Hem de çok... Elimizden gelse tahtına kurulmuş kralı, ben kral değilsem o da olmasın deyiverip bir parmakla devirivermek için neleri vermezdik ki! O da benim gibi ezilsin abi... Hem ezilmeyenden insan mı çıkarmış... Peh...
Maşallah, helal olsun, tebrik ederim gibi cümleleri kullanmayı âdeta yasaklamışız dosta, kardaşa söylemeyi. Ne tebrik etmeyi, ne teşekkür etmeyi, ne de yardım istemeyi öğrenemedik...
Dost meclislerinde başkasının da konuşabilme/duyabilme/görebilme/algılayabilme gibi yeteneklerinin olduğunu galiba unutuyoruz ya da kendinden başkasına fırsat vermek aklımıza gelmiyor! Ya da, belki de nasıl olsa bizden başkasının bir araya getirebileceği birkaç kelimesi yoktur heybesinde... Yürü be koçum, kim tutar seni...
Diyorlar ki, efendim toplum suskun! Külliyen yalan... Toplum konuşuyor; hem de hiç durmadan, ara vermeksizin, sıra vermeksizin; bazen coşarcasına, bazen nefes almayı unuturcasına, benim şun yaptığım/saçmaladığım gibi, deli dolu taylar gibi... Hele de meydanı bir boş görsün, sen öyle gör bizi... Efendim, biz toplum suskun derken onu kastetmemiştik! Affedersiniz, ne demiştiniz? Yani bu ses, bu afili cümleler, bu kıyafet, bu şarkı, bu türkü, bu duruş vs. birer konuşma metni, birer mesaj değil mi? Yani sen susuyor musun şimdi bütün benliğinle konuşurken!
Herkesin her şeyi bildiği ama aslında kimselerin hiçbir şey bilmediği, kelimelerin yığınla cümleler oluşturduğu, cümlelerin kitaplara sığmadığı pamuk ağırlığındaki anlamlı zamanlardan geçiyoruz. Cümlelerimiz de dağınık kafamızdakiler gibi. Hangi akım, hangi düşünce, hangi sevda bizi ne yana çekse, o galip çıkıyor ve yenilgi yağmurunda tepeden tırnağa ıslanan ben'ler oluyor içimizde. Gizlenen yok, meydan ortalıkta 'adam' kalmadı diye kendilerine isim verilen küheylanlarla dolu. Sırtında yükü olanın vay haline...
"Sen ne diyorsun efendi! Artık imaj çağındayız. Kirlenen ruhumuzu çamaşır sularında elbise yıkar gibi tek yıkamada temizliyoruz" dedin ya eyvallah, susuyorum...
YAZIYA YORUM KAT