Taşın Dile Geldiği Şehirler
Taş denince aklımıza taşa dair özellikleri gelir değil mi? Hatta deyimlere bile girmiştir. Merhametsiz biri için, sevgisi yoksa yüreğinde taş kalpli, taş gibi adam söylenir mesela. Taşta hayatın ve duygunun olmadığını varsayarak bu tür deyimler lisanımızda gezer. Ot bile bitmeyen bir cisimde hayattan haber veren duyguları aramak olur muydu?
Oysa önceki yıllarda amcamla gezdiğimiz antik Efes kenti ve yakın zamanda Şanlıurfa, Mardin ve Midyat gezisi sanki bunu yalanlamak istiyordu. İnsanın, insana dair inancın ve yaşam tutkusunun olduğu yerde taşlar bile insanileşmişti. Taşlar insan elinde işlenmiş, gönülden ne geçmişse taşın bağrına nakış nakış düşmüştü. Taşına göre uygarlığının seviyesi ortaya çıkmıştı. İnsanı insan yapan tüm duyguların en yumuşak hali ile yer aldığı gönül, zahirde en sert cisim olan taş ile arkadaş olmuştu. Taşların her bir noktasına güzelliğin, zarafetin, hüznün, neşenin, arzunun hatta nefretin ve kinin resmi çizilmişti.
Binler sene evvel sanayileşmenin olmadığı, ağır iş makinelerinin icat edilmediği, el ve bilek gücünün sanatla birleştiği zamanlarda akıllara durgunluk veren medeniyetin ne kadar ileri olduğunu bugüne kadar gelen taşlar bize gösteriyordu.
Taşlar bulunduğu şehrin bir hüviyeti olarak kendini belli ettiriyordu. Diyarbakır’ da dört bin yıllık geçmişin ve inancın sembolü mabet, ortak duygu ve kanaatin izdüşümü olarak taşlara dizili olarak dünden bugüne gelmişti.
Hz. İbrahim kokan taşlar, bereketi ile sofraların üzerine konulduğu taşlar, Süleyman ve Eyüp peygambere sabır olan ama çatlamayan taşlar… Geçmişi canlı tutan, tarih fışkıran, maziye sevdalı taşlar. Sıra gecelerinde türkülere ses veren taşlar… Dervişlerin zikrinde tespih tanesi taşlar… Herhalde Şanlıurfa bu anlamda bu bahtiyarlığı doyasıya yaşayan şehirlerin başında gelir. Mancınık acısı da yaşamış, gülü taş üzerinde bitirme sevinci de yaşamış. Gönlü havuza çevirip taş üzerinde akıtanlara kendine âşık balıklar yüzdüren şehir Şanlıurfa…
Güzel yurdumuzun kasnakta nakış gibi duran en renkli mozaik taşlarının bulunduğu şehirlerden biri de Mardin’dir. Hoşgörünün, renkliliğin, gizemin ve kuşkunun saklandığı taşlar var Mardin’de. Düz ovaya Şahin olup süzülen taşların sütun gibi yükseldiğini görürsünüz. Taş sırtını yine taşa vermiş, bağrını düz ovaya çevirmiştir. Taşların esrarı, Mardinli bayanların yüzünde nakış olarak işlenmiştir ayrıca.
Korkunun yerleştiği, çaresizliğin in olduğu taşlar yok mu? Var tabi… Taşların bağrında güven arayan ama çaresizliğini taşlarla örtmeye çalıştığı ve taşların göbeğini oyarak gölgesinde sabahı bekleyen şehir Hasankeyf’ten de bahsetmemek olmaz herhalde. Derin vadinin yamaçlarında göz göz olmuş kayalar, kitaplarda okuduğunuz cilalı taş devri, yontma taş devri sahnelerini canlandırıyor. Hasankeyf, şiddetli yaz sıcağında, gölgesinde serinliği kâfi gören taşların diyarı olarak zihnime kazınıyor.
Bir müze gibi taştan taşa koşarken yol dönüşü verdiğimiz bir molada ilk karşılaştığım manzarayı da paylaşmak istiyorum. Taşlar nasıl ki insanlara yoldaş idi, insanların âlemine aynalık yapıyordu ve bazen de taşlar, sığınılacak emin bir yuva oluyordu. Tanık olduğum görüntü, diğer canlılar için de geçerli olduğunu, onların da bu anlamda bu döngü içinde yer aldığını ve buna şahitlik eden eserlerinin görmemezlikten gelinmemesi gerektiğini gözüme sokar gibi karşıma çıkardı. Sanki sen sadece insanların taşlarla münasebetine bakma bize de bak diyordu. Bunun güzel bir örneği olarak kırlangıç kuşu gagası ve ayakları ile taşıdığı çamur balçığını bir lambanın dibinde harika bir yuvaya dönüştürmüştü.
Kâinattaki hayat döngüsünün, doğadaki unsurların birbiri ile olan bağlantısının geldiği noktayı daha iyi anlamış oldum. Taş, çamur diye geçmeden aslında bizden ve aslımızdan birer okunası mektup olduğu kanaatine vardım.
YAZIYA YORUM KAT