Şehir ve İnsan İlişkisi
Farklı mekânları gezmenin (hac veya umre dahil ) gayesi gördüğü farklılık ve güzellikleri başka şehirlere taşımadır. Kur’ân öncesinin güvensiz şehri Mekke güvenilir hale nasıl dönüştü? Niçin bugünün güvenilir insanları Mü’minler ve yaşanabilir şehirleri Mekke, Medine, Bağdat, Şâm ve Beyrut değildir? İnsanlar, Amsterdam, Atina, Berlin, Brüksel, Lüksemburg, Londra veya Viyana’da yaşamak için Ege ve Akdeniz’de boğulmayı bile göze alıyorlar! Bunun sebeplerini gezerken görmek mümkündür.
Endonezya 263 milyonla dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip ülkesidir. Bu ülkenin Müslüman olmasında askeri seferler değil tamamen ülkeye giden seyyahlar, tüccarlar etkili olmuşlardır. Bir de hac ibadeti için geldikleri Mekke, Medine, ticaret için Şam, Bağdat, İstanbul ve Kudüs’te elde ettikleri “bilgi, ticari mal ve tecrübeyi” ülkelerine taşıyarak değişim ve dönüşüme katkı sağlamışlardır.
Amerika’da görevli bir akademisyen “Çocuklarınızla bol bol seyahat ediniz. Çünkü çocuklar okumakla elde edemeyeceği birçok bilgi ve değeri gezmekle elde edebilir. Yeni bilgiler, yeni dostluklar, farklı içecek, yemek ve tatlar bu seyahatlardeki gözlem ve inceleme sayesinde elde edilir. İnsanlar okudukları kitapları unuturken gezdikleri mekânları kolay kolay unutmaz. Gözlem okumaktan daha etkileyici ve kalıcıdır” demişti.
Şehirlerin Ruhu ve Güvenirlik
İnsanların ruhları gibi şehirlerin de ruhlarından, yaşanabilirliğinden söz edilir. İnsanları hemcinslerinden farklı kılan karakterleri olduğu gibi şehirleri de emsallerinden ayrıcalıklı kılan kültürü, dili, sanatı, mimarisi, yeşil alanları, parkları, çevre düzenlemesi, içilebilir suyu, dayanışması, komşuluk ilişkileri, güvenilirliği, tarihiliği ve bol oksijenli havaya sahip olmasıdır. Bu özelliklere sahip şehirler hem yaşayan insanları şehirde tutar hem de dışarıdan şehire insan, kaynak, sermaye ve yatırım çeker. Ruhunu kaybeden şehirde hakimiyetin anlamı da yoktur.
Indiana Üniversitesi’nden emekli Profesör İlhan Başgöz anlatıyor: “Uzun zamandır bir Amerika şehrinde yaşıyorum. (…) Burası 70 bin nüfuslu küçük bir şehir. (…) Her tarafı yemyeşil, en işlek caddeler, en yoksul mahalleler bile. Evlerin çoğu iki katlı ve bahçeli. Şehrin dört yanı ormanla çevrili. (…) Nedir bu yeşilin sırrı diye hep düşünürdüm. Sonra bir olayla karşılaştım, yeşili kimin ve hangi usüllerle koruduğunu öğrendim. Sizinle paylaşmak istiyorum.
Yıllar önce bir ev yaptırmak istedim. İnşaattan hiç anlamam, ama anlayan bir akrabam var. Aklımı çeldi, şehrin değerli bir yerinde güzel bir arsa var, alalım dedi. (…) Arsa dört tane bahçeli ev yapacak kadar geniş. Ancak şehir planında buraya bir ev yapılması uygun görülmüş. Bize belediyeye başvurun, belki iki eve müsaade ederler, dediler. Biz de başvurduk.
Belediye bize dedi ki: ‘Önce bütün komşularınıza iadeli taahhütlü bir mektup gönderecek ve bu arsaya iki ev yapmak istediğinizi bildireceksiniz, sonra komşulardan gelen cevaplarla birlikte filan gün tekrar bize gelin.’ Komşularımıza birer mektup gönderdik, şimdi gelen cevapları özetliyorum; bir komşu diyor ki;
‘-Evlerimizin önünden geçen yol dardır. Bu yoldan geyikler geçer. İki evin en az iki arabası olacağına göre dar yolun trafiği artacak. Geyikler tehlikeye düşecek.’
İkinci komşumuz şöyle diyor; ‘-Biz çocuklarımızı her gün okula götürüp getiriyoruz, trafiğin çoğalmasını istemeyiz.’
Üçüncü komşu; ‘-Bu arsada iki büyük çam ağacı var. Bunlar kesilmemeli, sökülüp arsanın başka yanına dikilmeli.’
Dördüncü komşu; ‘-İki ev yapılırsa evler anayola arsa içinden bir yolla bağlanacak. Bu yol asfalt veya beton olacak. O vakit bu yolun iki tarafındaki ufak ağaçların köküne su gitmeyecek ve kuruyacak.’
Başka bir komşu; ‘-Evin planını görelim, bakalım bizim evlere yakışacak mı?’ Bir başka komşumun derdi şu, önlü arkalı geniş bir bahçesi var ve etrafında çit yok. ‘-Bana komşu gelirse bahçesini çitle ayırmasın. Ne o bahçesini sınırlasın, ne ben. Böylece geniş yeşilliğimiz kaybolmamış olur.’ Cevaplara şaştık.
Biz Türkiyeliyiz. Cevaplara şaşarak belediyeye gittik. Öyle ya, biz arsa alacağız, ev yaptıracağız, kime ne? Benim yaptıracağım eve neden bu kadar insan burnunu sokuyor? Bu nasıl demokrasi?
Oturup belediye ile konuştuk. Bütün istekleri yerine getirmeye söz verdik. Ancak geyikler için çözüm bulamadık. Çevredeki ormanlar gerçekten geyik cenneti. Bu güzel hayvanlar yem bulamazsa şehrin kenar mahallelerine inerler, bahçelerdeki elmaları, şeftalileri yerler. Biz bazen bu hayvanlar için bahçeye meyve filan atarız. Bu ürkek hayvanlar ilkin bizi görünce kaçıyorlardı. Sonra alıştılar, kulaklarını dikip sürmeli gözleri ile bizi tartıyorlar, zarar gelmeyeceğine inanırlarsa kaçmıyorlar. (…) Komşuların mektuplarını gösterdikten sonra belediye bizden evin planını komşulara göndermemizi istedi. Gönderdik, planı belediye de inceledi. Planımız komşulardan olumsuz bir tepki almadı. (…) Belediyenin karar vereceği gün projeyi savunmak bana düştü. Neler söylemedim? Bir göçmen kuş olduğumu, kentin bizi çok iyi karşıladığını, iki kızımın burada eğitildiğini, hiçbir kanunsuzluğa katılmadığımı, vergimi düzenli ödediğimi, bir eğitim kurumunda şehre hizmet verdiğimi filan anlattım. Dinleyenler ‘-Çok etkili oldu, karar olumlu çıkacak’ dediler. Karar bildirildi. İlkin kentin kanun ve nizamlarına uyma gayretimiz için kibar bir şekilde teşekkür edildi. Sonra isteğimizin reddedildiği açıklandı. Sebep şuymuş: Bu bölgede bizimkine benzer çok arsa varmış, bize iki ev için müsaade verilirse, öbür arsa sahipleri de iki ev için başvururlarmış. Bize olur deyip onlara olmaz diyemezlermiş. Oralarda böyle geniş arsalara da ikişer ev yapılırsa şehrin yeşillikler içindeki görüntüsü bozulur, güzelliği gölgelenirmiş.
Sevindirici sonuç. Ben bu karara sevindim, üzülmedim. İşlerini bu kadar ciddiye aldıkları, şehrimizin üzerine böyle titredikleri için içim neşeyle doldu. Bir şehrin güzelliğini korumak ciddi bir işmiş. Neden güzel bir yerde yaşadığımı o gün anladım. Sonra belediyenin başka marifetlerini daha öğrendim. Bahçede ağaç kesmek yasakmış. Ağaç yaşlı ise yerine yenisini dikmek koşulu ile kesebilirmişim. Bahçe çimenleri uzar da kestirmezsem, belediye birini gönderir kestirirmiş, parasını benden alırmış. (…) Alaturkalık Neyse akrabam olan inşaatçı belediyeye yeni bir ev planı sundu. Alaturkalık bu ya (kendini Türkiye’de zannedip) çatı katına planda olmayan (kaçak) bir oda kondurmuş. Ertesi gün belediye bu odayı yıkmadığı her gün için 2500 dolar ceza keseceğine dair bir ihbarname gönderdi. Akrabam o gece uyumadı ve odayı yıktı. (…) Ben bu yazıyı niye yazdım? Umarım ki belediye başkanlarımızdan biri okur da belki bazı şeyler öğrenir, belki de örnek alır. Acaba çok mu iyimserim, ne dersiniz? (https://farklibakis.net) Bu hatırada gördüğümüz hem çevreyi hem de yaban hayatını korumada olan esas kurumsallık ve toplumsal duyarlılıktır. Toplumu ayakta tutan temel dinamiklerden birisi de tarihin derinliklerinden gelen tıpkı trafikteki gibi kurallar ve kurumlardır. Bunlar; Adalet Kurumu, belediye, eğitim, yönetim, bankalar, barolar, sendikalar, üniversite ve sağlık kurumları sağlıklı işliyorsa yönetici sıkıntı çekmez. Yoksa her gelen kendi mezhep, inanç, din ve zihniyetine göre kural ve kurumları sıfırdan değiştirmeye kalkarsa toplum düzelmez. Çünkü böyle bir durumda ehliyet ve liyakat olmadığı için kural ve kurumlar sağlıklı işlemez. Herkes bir işe yarar fakat aspirin gibi herkes her işi yapamaz.
Biz de Niye Örneği Azdır
Bu anlatılanlar zaten bizde var retoriği/lafı haddinden fazla bayat, basmakalıp, çok çiğnenmiş bir sakız gibi tatsız, tuzsuz hale geldi. Söylenen sözler konuşuldukça dinlenecek, dinlendikçe daha da dinlenecek türden değil ne dinleyene ne de konuşana haz vermiyor.
Bir şehrimizde göreve gelir gelmez kaldırımları boyayan belediye başkanına, eski tecrübeli yönetici "Sayın başkan! Sen öncelikle şehrin birikmiş problemlerine odaklan, çözmeye çalış. Sonra ben elime fırçayı alır beraber bütün kaldırım taşlarını istediğin renge boyarız” demiş.
Memeleketin Hali Ne Olacak!
Yıllar önceydi. Çarşıya çıkarken dükkânına uğramayı alışkanlık edindiğim bir esnafa uğramıştım. Bu esnaf şehrin “Terminal veya dinlenme tesisi lokantası” misali yılda veya ömürde bir defa uğrayacağınız dükkan değildi. Dükkâna girer girmez hemen söze girdi hocam! “Ne olacak bu şehrin hali” dedi. Ne olmuş şehrin haline dedim. O da muhtemelen müşteri azlığının verdiği sıkıntıyla vitesi büyüterek vitrinin dışındaki çöp yığınını göstererek “Şuraya bakar mısınız? Çöpten geçilmiyor. Hasta olmamak için tedbir alıyoruz. Ben de son derece sakin bir edayla oturmadan söze girdim. Önceki hafta gecenin üçünde gittiğim unutulmaz hastane yolculuğunun yorgunluğuyla “Siz Erzurum veyahut başka şehirlere doktora gider misiniz? O da gayet rahat bir tavırla tabii ki hastalanınca gideriz” dedi. Peki! Muayene olmak için gittiğiniz doktorun ırkı, dini, mezhebi, tarikatı, cemaatı, cinsiyeti, boyu, derisinin rengi sizin tercihinize etki yapıyor mu? Dediğimde o hemen “olur mu hocam! Ben doktorun uzmanlığına bakarım” dedi. Ben de sahifelerce yazı yazsam yapamayacağı etkiyi söze dökmeye çalışarak “belediye başkanı seçerken dinine, mezhebine, ırkına, dindarlığına, Kur’ân okuyuşuna mı yoksa “şehircilik uzmanı” oluşuna mı bakarsınız? dedim. Önyargıları kırmanın ne kadar zor olduğunu, esnaf arkadaşın “Hocam! Burayı karıştırma” sözünde daha iyi anladım. Güzelim tarım arazilerine ve bataklığa kamu binaları dahil büyük keyifle “ruhsuz betonla” doldurmayı sorduğunuzda “Hocam! Burayı da karıştırma” cevabı “Avrupanın en kirli havası” olan Iğdır’ı yaşanmaz hale getirir.
Orta Doğu Coğrafyası belediye başkanı seçmekle “ses sanatçısı tercihi” arasındaki farkı fark edemedi halen! Simidin, pidenin, çayın, kahvenin, telefonun, yediği yemeğin kalitelisini seçmekte ciddi ve son derece titiz davranan bir Orta Doğulu’nun toplumu ilgilendiren konularda tarafgir ve “duyarsız” olmasının bedelini ödüyoruz.
Osmanlı’nın son döneminde bakanlık ve valilik gibi görevler yapmış Osmanlı’nın çözülüşüne şahitlik yapmış tarihçi ve hukukçu Ahmet Cevdet Paşa şöyle der: “Devlet makamları mukaddestir. Onları layık olanlara sadece layık olanlara vermek lazımdır. “Allah size emanetleri mutlaka ehline vermenizi emrediyor…” (Nisa,4/58) emr-i şerifine uyulmazsa “şiraze-i devlet” sökülür, devlet düzeninde perişanlık ve türlü fenalıklar ortaya çıkar. “Umur-i siyasiyede âdeme iş aramaktan vazgeçip de işe âdem aramak” kuralı geçerli olmalıdır.”
Eğer bir toplumda ehliyet, liyakat ortak akılla hareket etme, tecrübeye dayanma yoksa toplumun sahil-i selamete çıkması zordur. Başkasının ürettiğini tüketmek zorunda kalmaya devam ederiz. Pakistan’lı Nobel ödüllü fizik âlimi Prof. Dr. Abdusselam “ne zaman bir eczane veyahut hastaneye gitsem sıkılır ve utanırım. Çünkü eczane raflarında Müslüman olarak ürettiğimiz ilaç sayısı çok azdır. İnşaallah bundan özellikle toplumu aydınlatmakla görevli “din adamlarımız” ders alır da önce kendileri sonra da insanları okumaya bilgi üretmeye çağırırlar.”
Kabilecilik, mezhebçilik, cehalet, taassub, tarafgirlik, “bizden olsun da çamurdan olsun” zihniyeti geçmişte yaşansa bile modern dönemde bazı toplumlarda hala değişik isimler altında varlıklarını devam ettiriyorlar. Tarihteki olumsuzluklar bir daha çıkmamak üzere gömülmüş değildir. Zaman zaman farklı isimler ve cisimler altında ortaya çıkabilir.
Tarihi hafıza, tecrübe ve yaşanmışlığımızdan da ders alarak problem çözebiliriz. Yeter ki ekmek gibi mukaddes ve lazım olan “fikir ve inanç özgürlüğü” alanını alabildiğine genişletelim. Çünkü ilahî vahiy “akletmez misiniz”, “düşünmez misiniz”, derken sınır koymuyor. Fikir, hakaret ve şiddet içermediği sürece aklın gidebileceği kadar gitmesini ister. Kime dokunursa dokunsun velev ki kıyameti koparsın demedikçe problemleri çözemeyiz. Yoksa anne-babam ne der, yönetici ne der, amirim ne der, ağam ne der, paşam ne der, mahallem ne der? Çekincesini koyarsak derenin kenarında çok bekleriz, bekliyoruz. Vesselam.
YAZIYA YORUM KAT