Seçilmişlik ve Üstünlük İddiâsı
Günümüz dünyasında en çok dillere pelesenk olan Hucurat Sûresinin “Bütün müminler kardeştir…” 10. âyetidir. Âyette geçen “ihve“/kardeş” veya “kardeşlik” senin gibi düşünmeyen, konuşmayan, giyinmeyen, inanmayanı “kendi eşitin” bilmedir. Hukuk, adalet ve özgürlükte eşit tanımadır. Yoksa anne-baba bir kardeş anlamında değildir. Hz. Peygamber “Ey Allah'ın kulları! Kardeş olunuz…" (Müslim, Birr, 28) buyururken tektipleştirmiyor, eşitliyor. Hz. Ali’de “İnsanlar ya yaratılışta ya da dinde kardeşindir.” şeklinde formülize eder. Adalet karşıtını unutmayacak şekilde cezalandırma değil, düşmanın bile olsa zulmetmemendir. Çünkü düşmanlık yapılması gereken tek şey, kimden gelirse gelsin zulümdür. (Bakara, 2/193)
İnsan onurunu rencide eden hiçbir inancın ve dinin yaşatılamayacağını ne zaman fark edeceğiz? Kendi cennetimiz bizim gibi düşünmeyen, giyinmeyen ve inanmayanın cehennemi olmuşsa buradan kardeşlik çıkmaz. İnansın veya inanmasın toplumun kamu ahlakı, kamu hukuk ve kamu asayişini bozmuyorsa her insana merhamet, adalet ve saygı çerçevesinde muamele yapmalıyız. İnsanların imanlarını onaylama veya ret yetkisini Allah kimseye vermemiştir. Sevap ve günah hesabını ahirette kendisi görecektir. İnsanlar arasında kurulacak ilişkinin Muhsin Kızılkaya’nın dediği gibi “…çıkarsız, teklifsiz, saf bir dostluk; birinin ayağına taş değse öbürünün canı yanacak cinsinden” olmalı. Bize gelince kötü, çirkin, zararlı bir huy geliştirdik; birbirimizi birbirimize düşmanlaştırma ve hırpalamaktan zevk almaya başladık. Cemil Meriç’in dediği gibi “Daima aforoz, daima duvar, daima husumet. Bu lanet çemberini nasıl (ne zaman) yıkacağız?” Tebessümü sadaka sayan bir inancın mensupları; uzun zamandır bir defa bile olsun gülmeyen, kendini beğenmiş, kibirli, saygısız, muhatabını aşağılayan tiplere nasıl dönüştük? Muhtemelen manevi kırılmaları onaracak entelektüel birikimimiz kuraklığa uğradı.
İdeolojiden uzak tarih laboratuvardır; Medine’de, Yahudi ve Müşriklerle imzaladığı sözleşmede kullandığı “Müslümanlara ne varsa Yahudilere de o vardır.” Ne yazık ki Hz. Peygamber’in Yahudilere tanıdığı hukuku Müslüman Müslüman’a tanımıyor. Seçilmişlik ve üstünlük zihniyeti sadece Filistinlilere dünyayı dar eden insanlık dışı davranışların sahibi Yahudilerde yok. Zihniyet olarak “içimizdeki çocuk” misali nüksediyor. Kur’ân’ın getirdiği temel takva/sorumluluk duygusunu kulak ardı edip Müslüman Coğrafyada güçlü olan, kendisi gibi olmayanlara dünyayı dar ediyor. Orta Doğu’da Türkler, Araplar, Kürtler ve Farslar insan olma “asgari müştereğinde” birleşeceklerine kendilerini “kavm-i necip” seçilmiş, üstün kavim/ulus ilan ediyor. Tercihleri olmayan biyolojik ve kavmi farklılıkları düşmanlığa dönüştürmeyi iyi beceriyorlar. Birbirlerini hırpalayarak “üstün ve şerefli” olacaklarına iman ediyorlar. Hâlbuki beşeri yorumlardan ibaret Sünnî, Şiî, Zeydî, Selefîliği “mutlak hakikat” görüp diğerlerini “batıl” veya “sapık”/fırâk-ı dalle ilan etme birlikte yaşamayı zorlaştırıyor. Problemlere hukuk, eşitlik ve özgürlük ilkeleri bağlamında değil, etnik ve mezhep üstünlüğü açısından bakılıyor.
Müslüman ülkelerde “yıldızlar misali” sayılamayacak kadar çok farklı dil, inanç, mezhep, kültür farklılığı var. Ne yazık ki iktidara gelip hazine ve silaha sahip olan hangi, din, dil, inanç, mezhep, kültüre sahipse diğerlerine dünyayı cehenneme çeviriyor. Mazlumken zulmeden muktedire dönüşüyor. İsmet Özel’in dediği gibi; “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” ve üç maymunu oynuyor; duymadım, görmedim, bilmiyorum. Müslümanlar, 21. yüzyılda Orta Çağın mezhep ve kavmiyet kavgalarından kurtulamadı. Hâlâ Afganistan, Pakistan ve Orta Doğu’da mezhep taassubu etkisini kaybetmiş değildir. Mabetler canlı bombaların cirit attığı mekânlar olmaya devam ediyor. Tarihten bugüne renkli kostümlerle farklı olana tahammülsüzlük çirkinliği işleniyor. Bu da toplumun ruhuna onarılmaz ağır hasar veriyor. Çok kutuplu Müslümanlar “emek verdikleri” günahların cezasını dünyada çekiyor.
İlahî vahyin insanlığa getirdiği evrensel ilkelerden birisi de insanların eşitliği ilkesidir. Bu ilkenin değeri kast ve sınıf sisteminin bulunduğu bir coğrafyada daha doğru anlaşılır. Kur’ân bütün insanlığın köken birliğine, farklılığın yok sayma, tahakküm etmenin değil tanışma gerekçesi olduğuna dikkat çeker. ““Ey insanlar, sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve “birbirinizi tanımanız ve tanışmanız” için…” (Hucurat, 49/13) buyurur. Müfessir Muhammed Esed âyetin yorumunda “Farklılık birbiriniz üzerinde hiçbir kalıtımsal üstünlüğe sahip olmadan tek bir insanlık ailesine mensup olduğunu, biyolojik orijindeki bu eşitliğin bütün insanlar için geçerli olan insan onurundaki eşitliğe yansır…” İmâm-ı Maturidî de “Allah hepimizi bir asıldan yarattı. Bu asıl, Âdem ve Havva’dır; öyleyse bütün insanlar birbirinin erkek ve kız kardeşleridir…” der. Ebu Hanife’nin dediği gibi; dini, ırkı, mezhebi, cinsiyeti ne olursa olsun her insan, değerli ve onurludur. İnsan değer ve onurunu âdemoğlu/insanlığından alır. Kur’ân “Âdemoğullarını üstün ve onurlu kıldık…” (İsra, 17/70) Allah’ın insanı onurlu kılışı hem süreklilik ifade eder hem de başkaları tarafından alınamaz. Üstünlüğün takva/sorumluluk duygusuna sahip olanda olduğunu vurgular. Takvanın manevi bir duygu olması hasebiyle kimse bunu belirleyemez. Kimse de “takvametre” olmadığı için bunun tespitini yapmak imkânsızdır. Bu tespit sadece Allah’a aittir. Tıpkı imanın kalbe ait bir duygu olması gibidir. Kimin imanlı olup olmadığını sadece Allah bilir. İnsanlara insanların iman ve inancı hakkında bilgilendirme imkânı verilirken kimseye başkasının imanını “onaylama” veya aforoz/din dışı ilan etme yetkisi verilmemiştir.
Allah’ın insana verdiği bu onurdan dolayı insan içinde bulunduğu toplumda farklı kimliklere sahiptir. Bu kimliğiyle tanınır. Bu kimlik mesleği, ırkı, mezhebi veya mensup olduğu toplumu olabilir. Bu kimlikler insanı daha fazla sorumluluk/takva sahibi yapar. Bir kişi yaşadığı topluma karşı ne kadar sorumlu davranırsa, o kadar üstün/ekrem olur. Hz. Peygamberin “Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki Rabbiniz birdir, babanız birdir. Arap’ın başka ırka, başka ırkın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza, takva/sorumluluk bilinci dışında bir üstünlüğü yoktur. Dinleyin! Bu ilâhî gerçeği size tebliğ ettim mi, bildirdim mi?” Kendisini dinleyenler hep birden “evet” dediler. “Öyleyse burada olanlar olmayanlara bildirsin!” (Müsned, V/411) mesajı Müslümanlarda karşılığını buldu mu? Hayır.
Kur’ân’ın nâzil olduğu coğrafyada kabileler ve kabilecilik vardı. Kabile olması sosyal bir gerçekliktir. İnsanlar doğduğu kabilede büyürler ve kimsenin doğarken kabilesini tercih etmesi mümkün değilken kabilecilik; mensubu olduğu kabilesinin diğer kabilelerden üstün olduğunu iddia etmesi ve kabilesi sayesinde imtiyaz ve ayrıcalık sahibi olmasıdır. Günümüzde bazen “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” retoriği gibi! Hâlbuki insan kendi seçmediği anne-baba, teni, cinsiyeti ve kabilesiyle değer kazanmaz. İnsan; ırkı, mezhebi, cinsiyeti, teni, kabilesiyle değil, çalışarak emek vererek ter dökerek ürettiği bilgi veya değer sayesinde değerli olur.
Kabile üstün olduğunda kabile bireyleri de buna bağlı olarak üstünlük hakkını elde ediyorlardı. Toplumsal düzenlemelerde kabilenin statüsü bireyin statüsünü de belirliyordu. Kabilede sınıflar vardı. Bunlar hür, köle ve mevâli olarak sınıflandırılırdı. Kur’ân veli, evliya, mevâlî kavramına yeni bir anlam yükledi. Bu da insanların kabile içindeki hür, köle, mevâlî olarak sınıflandırmalarının önüne geçmek için bütün insanların “Allah’ın evliyası” yani yakını, himâye ve koruması altında olduğunu ifade eder. Yoksa tasavvuf kültüründeki “evliya” kültü ile ilgili değildir. Çünkü üstünlüğü “takvaya” Maturudi’nin ifadesiyle “insanın eylem ve fiillerine” bağlayan bir kitabın karşı olduğu ayrıcalıklı “ruhanî sınıf” oluşturması düşünülemezdi.
Kur’ân, hayata taşıdığı eşitlik ilkesiyle kabile içindeki bütün bireyleri eşit olarak gördü. Kabilenin asıl bireyi olmayıp kabilenin içinde köle konumunda iken özgürlüğüne kavuşturulan veyahut başka kabileden gelerek sığınanlara mevâlî denir. Bunlar modern dönemde bir ülkenin vatandaşı olmayıp başka ülkelerden değişik sebeplerden dolayı başka ülkelere sığınanlara benzer. Mevâlî; bireyin herhangi bir kabilenin kendisinin mal, ırz ve can emniyetini koruma niyetiyle sığındığı güvenli limandı. Arap kültüründe kabileye sığınan kimseyi kabileler arası savaşa bile sebep olsa teslim etmenin kabilenin onurunu lekeleyeceği için asla teslim edilmez mutlaka korunurdu. Bunu da kabilenin şerefi ve sözleşmeye bağlılık sayarlardı.
Muhammed İkbal “Ey Muhammed! Getirdiğin dini öylesine bozdular ki, artık sen bile tanımakta zorlanırsın!” dediği husus Kur’ân kavramlarına da yapıldı. Şûra ve adalet kavramlarının başına öyle şeyler geldi ki neye uğradıklarına herkes şaşırdı. Oligarşik ve despot yönetimler fikirlerinin meşruiyetini Kur’ân kavramlarına müdahale ederek yerine getirdiler. Halbuki Kur’ân kavramları zulüm veya rant aracı haline getirilmemelidir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Arapların üstünlüğü iddiaları bayraklaştırıldı. Buna tepki olarak Arap olmayan milletlerin Araplar’dan üstün olduğunu iddia eden siyasî, fikrî ve edebî hareket olan şuûbiyye tezi ortaya atıldı.
Hicri üçüncü asırdan sonra “veli/evliya” kavramı anlam kaymasına uğrayarak “ruhânî” bir sınıfın ortaya çıkmasına götürdü. Başka inanç ve kültürlerde görülen “azizler” sınıfı oluşturuldu. Bunlar adına “kerameti kendinden menkul” uçuk menkıbeler ve “sahte kutsallıklar” icat edildi. Türbeler çocuk talebinden imtihan kazanmaya, iş bulmadan hastalıktan şifa dilemeye kadar “dilek merkezleri” veyahut “iş ve aş bulma” mekanları haline getirildi. Nebi (sas) "Allah Yahudilere ve Hristiyanlara lânet etsin. Peygamberlerinin kabirlerini mescide çevirdiler." (Buhârî, Salât 54; Müslim, Mesâcid 20; Ebû Dâvud, Cenâiz 76; Nesâî, Cenâiz 106) buyurur. Korktuğunun başına gelmemesi için de "Allah'ım, kabrimi ibâdet edilen bir put kılma" (ve devamla dedi ki): "Nebilerinin kabirlerini mescidler haline getiren bir kavme Allah'ın öfkesi artmıştır." (Muvatta, Kasru's-Salât 85)
Kur’ân, Hz. Peygamberin beraber yol yürüdükleri insanları “arkadaşı” (Necm, 53/2; Sebe, 34/46; Tekvir, 81/22; Tevbe, 9/40) olarak tanımlar. Kur’ân’ın nüzuluna şahit olan sahabenin içinde “evliya” “asfiya” olarak anılan kimseyi bilmiyoruz. Hepsi aynı eşitlikte Allah’ın velisi, dostu ve koruması altndadır. Hz. Peygamber’in herhangi bir arkadaşı/sahabisi hakkında “evliya” dandır şeklinde ifadesini bilmiyoruz. Kendisini de arkadaşlarıyla “peygamberlik” hariç bir birey olarak telakki eder. (Fussilet, 41/6) Sahabisine ikramda bulunurken dışarıdan gelen birisi topluluğun liderini sorar. Hz. Peygamber "seyyidü'l-kavmi hâdimühüm", yani "Bu toplumun efendisi onlara hizmet edendir" der. (Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II,463)
İnsanların eşitliği “kulluk”/kölelik kavramında da görülür. “Allah’ın kulu/kölesi” kavramı insanın insanlara kölelik ve kulluğunu kaldırıp bütün insanları “Allah’ın kulları” haline getirip “eşitlemek” içindir. Yoksa Allah insanları köle edinmez. Çünkü Allah insana özgür irade vermiş. Kendisini yaratana inanıp inanmama “tercihine” sahip birey köle değildir. Kölenin iradesi olmadığı gibi vahyin nâzil olduğu ortamda alınıp satılan bir mal muamelesi görüyordu. Vahiy problem çözerken Mekke’de kullanılan kavramları kullandı. Toplumdaki hür, köle, mevâlî sınıfları ve kast sisteminin kaldırılması için toplumda kullanılan “abd” kavramını kullandı. Böylece bütün insanlar eşitlendi. Birbirlerini köle edinmemeleri için yeni düzenleme getirildi. İnsanların itibarını aile veya kabilesinden almasını eleştirmek o dönem için devrimdi. Köle ile aynı insanî haklara sahip olma aynı mescitte saf tutma aynı sofrada oturma “eşit ve özgür insanlık” tarihte ilk defa görülen bir olaydı. Kölelik kaldırıldı mı? Kur’ân köleliğin kaynağı olan savaş esirlerinin ya karşılıksız serbest bırakılması ya da fidye/ücret alınması kuralını getirdi. (Muhammed, 47/4)
Kur’ân iman dâhil, manevi değerlerin reddini, onayını ve tespitini Allah’a bırakır. Kimin imanlı veya imansız olduğu yetkisini Allah insana vermez. Bunu Batı’da kilise yaparak toplumda Allah’a ait vasfı kullandı. Bu yanlışın bedelini Kiliselerin boş kalmasıyla ödedi, ödüyor. Kur’ân bu yanlışı tashih etti. Hz. Peygamber de bunu hayat tarzı/sünnetiyle düzeltti.
Hz. Peygamber’in çok sevdiği sahabisi Üsame b. Zeyd birisini öldürme gerekçesi olarak korkudan dolayı kelime-i şehadet getirdiği sözüne karşı “kalbini mi yardın? der. Resûlullah'ın bu azarından dolayı kendini affedememiş ve “Keşke daha önce değil de bugün Müslüman olsaydım” demiştir.” (Buhârî, Meġāzî, 45; Müslim, Îmân, 158) İmanın mahalli kalp olup insanın dışarıdan müdahale etmesi imkânsızdır. İnanıp inanmama “özgür” iradeyle mümkündür.
Halid b. Velid'in, Beni Cezime kabilesinden bazılarının Müslüman olduklarını beyan etmesine rağmen "Korktular da bundan dolayı kelime-i şehadeti getirdiler" diyerek onları öldürmesi üzerine Hz. Peygamber: "Kalplerini yarıp baktın mı?" (Ebû Dâvud, Cihad, 95; Ibn Mâce, Fiten, 1) diyerek azarladı. Daha sonra Hz. Peygamber hepsinin diyetini fazlasıyla ödedi.
Kabile modern dönemin bir nevi ulus devleti gibidir. Hicaz Coğrafyasında bulunan yaklaşık yüz yetmiş kabilenin kendisine ait kuralları, putları, din adamları, liderleri, sembolleri, mabetleri, örf ve adetleri vardı.
Tarihte ilk defa Arap kabileleri vahyin getirdiği “manevi” bağ ve ortak sözleşmeyle bir araya getirildi. Bu kabilenin varlığını yok saymak anlamında değildi. Kur’ân yukarıda âyette geçtiği üzere kabilenin varlığını onaylarken “kabileciliği”; bir kabilenin kendisini diğer kabilelerden “üstün görmesini” kabul etmedi. Yoksa her kabile kendi kültürünü, örf ve adetlerini, âlem/bayrağını, lehçesini ve dilini kullandı.
Bireysel suçlarda kabilenin herhangi bir mensubu suç işlediğinde kabilenin bütün bireyleri suçlu görülür ve potansiyel suçlu kabul edilirdi. Hatta kabilenin tavukları bile suça ortak edilerek öldürülürdü. Kur’ân bunu “Hiç bir suçlu, günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez…” (İsra, 17/15) diyerek hem cezası belirlenmemiş suçun hem de kanunsuz cezanın olmayacağı evrensel ilkesini getirdi. Böylece hiç kimse herhangi bir kabileye mensup birisinin kabilesinin işlediği savaş, cinayet veya baskından dolayı suçlu kabul edilemez.
Müslümanların karşılaştıkları problemlerin kaynağını sürekli dış faktörlerde aramaları, kendi yetersizliklerini kabul etmemeleri sadece psikolojik rahatlamayı sağlıyor. Bütün insanlara “Âdil ve merhâmetli olunuz, birbirinize zulmetmeyiniz” diyerek seslenen son vahiy “köprüden önceki son çıkış” olarak görülmelidir. Eğer insanların eşitliği, farklı olana saygı, fikir özgürlüğü ve emeğe saygı ilkelerini hayata aktarmış olsaydık “son kullanma tarihi” çoktan dolmuş idelojiler insanlığın hayatında bu kadar etkili olmayabilirlerdi. Bir toplumun “İslamîlik Endeksi”; Kur’ân’ın da dediği gibi “inansın veya inanmasın” yanlış veyahut (şirk ve şeytan) misali zararlı da olsa fikirlerini özgürce “Engizisyona” uğramadan kamuya aktarıp aktarmadığıdır.
YAZIYA YORUM KAT