1. YAZARLAR

  2. Prof. Dr. Zeki TAN

  3. Sahi! Siz Bizim Köpeğin Nesi Oluyorsunuz?
Prof. Dr. Zeki TAN

Prof. Dr. Zeki TAN

ÖĞRETİM ÜYESİ
Yazarın Tüm Yazıları >

Sahi! Siz Bizim Köpeğin Nesi Oluyorsunuz?

A+A-

“Yalan söylediklerini biliyoruz.

Yalan söylediklerini biliyorlar.

Yalan söylediklerini bildiğimizi biliyorlar.

Yalan söylediklerini bildiğimizi bildiklerini biliyoruz.

Ama hâlâ yalan söylüyorlar.”

Alexander Solzhenitsyn    

Geçen gün Anadolu’nun şirin bir üniversitesinden sosyal medyayı yoğun kullanan kıymetli bir dostum mesaj yolladı. “Hocam! İslam Coğrafyası özellikle Gazze soykırımıyla ilgili yazı yazsanız?” Dedi. Filistin konusuna bakışımı Müslümanların “duyarsızlığıyla” ilgili bir yazı yazmıştım. Fakat içecek su bulmakta bile güçlük çeken Gazze hakkında yazı yazacak yüzümüz mü kaldı? Yazdıklarım aczimizin itirafı veyahut elimizle beceremediğimizi itiraf edip dilimizle utanmazlığımızı sergilemekten öteye geçmiyor. Bol laf/retorikli bir toplumun dirileri  “Nerdesin Ey Selahaddin Eyyûbî!” sloganıyla ölü liderden medet umar hale gelmişse sözün bittiği yerdeyiz.

Sosyal medyaya kapalı kozada yaşıyorum. Nerdeyse kenarından geçmediğim bir alan. Sosyal medya çok vakit aldığından akreb misali uzak durmaya çalışıyorum. Yoğun okuma ve yazmanın i’tikafına girdiğim bir dünyam var. Kıymetli dostuma Gazze, Yemen dâhil şu anda ateş çemberi içinde olan Müslüman Coğrafyanın asıl problemi ormandaki ağaçları kesen baltadan şikâyetçi olan ağacın birisi “canlılığımıza son veren keserin sapı bizdendir” yapacak bir şey yok dediği gibi bizim problemimiz dışarda değil kendi içimizdedir. Halen Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Müslüman ülkelerde Hamas “terör örgütü” olarak görülmektedir.

İsrail'in kendi ürettiği petrol ülkenin sadece % 15 ihtiyacını karşılarken gerisini İsrail’i “sadık müttefik” gören Müslüman ülkelerden karşılamaktadır. Günümüzdeki dış politikanın kaidelerinden birisi de ülkeler arası “kardeşlik” değil menfaat ilişkisi rol oynar. İsrail’e gıda, içecek, kozmetik, inşaat malzemesi, silah malzemesi dâhil kimden gidiyor? Azıcık İbranice bilenler diyor ki; “İsrail’in dış ticaret sitelerine girenler şaşkınlık ve utançtan küçük dilini yutar.” Müslüman ülkelerden Suudi Arabistan’ın yanlış politikalarını eleştiren gazeteci yazar Cemal Kaşıkçı Amerika’da yaşamasına rağmen ilk fırsatta Mussolini, Stalin ve Hitleri bile utandıracak tarzda asit kuyusuna atılarak kemikleri bile buharlaştırıldı. Bu olaydan sonra Suudi Arabistan âlimleri süt dökmüş kediye döndü. Mesela; Kur’ân kıraatını keyifle dinlediğimiz bir zamanların Ka’be imamı şimdi de Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’den sorumlu “genel müdür” olan Abdurrahman es-Sudeysi: “Kaşıkçı cinayeti suçlamaları, İslam düşmanlarının ve işbirlikçi münafıkların komplosu. Prens Selman, Allah’ın yüzyılda bir gönderdiği kurtarıcı ve ruhani lider olduğu için hedefte. Onu desteklemek, emri altına girmek her Müslümana farzdır...” dedi. Arabistan televizyonunda da "Allah’a hamd olsun ki bugün Suudi Arabistan ve ABD dünyanın iki kutbu. Suudi Arabistan lideri Kral Selman ve ABD Başkanı Donald Trump liderliğindeki bu iki güç, dünyayı güvene, barışa, kalkınma ve refaha taşıyorlar." açıklamasında bulundu.

Kral Selman’ın ekibi, tıpkı mafya liderleri öldürttükleri adamın cenazesine gitme veyahut ilk çelengi gönderdikleri gibi Cemal Kaşıkçı ailesine taziyeye gitti. Bunları düşündüğümde kıymetli dost “yumurtasız omlet yapma” tavsiyesi gibi bu konulara girmenin riskli olduğunu, dostun tefsir okumuşluğu olduğundan remzen ve işareten “asit kuyusu” iması yapmadı. Fakat aman ha! temennisinde bulunarak takipçilerin gazını alan, kahrolsun sloganlı ve sosyal medyadaki kolay, ucuz, bedelsiz anlatım imasında bulundu. Ârif olmasam da bazen bir işâret yetiyor.

Kur’ân, düşmanlığın sadece zulme zâlimlere yapılması gerektiğini anlatır. (Bakara, 2/193) Zâlim ister Yahudi, Hristiyan, Müslüman veya Mecusî olsun fark etmez. Zâlim zâlimdir. Tıpkı tüm konforuna sırtını dönüp, “Zulüm bizdense, ben bizden değilim!” diyen barış gönüllüsü Rachel Corrie gibi evrensel ilkelere iman etmek gerekir.

Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar ordusu İsrail’le askeri tatbikat yaparken merkezi Katar’da olan “Dünya Müslüman Âlimleri Birliği Merkezi” ve Başkanı Katar’dadır. Başkan Müslümanların güçsüzlüğünü, caydırıcılığını, duyarsızlığını dikkate almadan, fetvada ismi bulunanların bile konforunu bozmayan, İsrail’e karşı güç kullanmanın farz olduğunu söyleyen “Cihad Fetvası” yayınladı. Fakat fetvanın Maraş istilası sırasında geçimini süt satarak sağladığı için adı İmam olan “Sütçü İmam”ın sözü kadar bile etkili olamadı. Çünkü Sütçü İmam tıpkı İbn Teymiyye’nin moğollara, İzzettin b. Abdisselâm’ın Haçlılara, Said Nursî’nin Ruslara karşı talebelerini de alarak savaştığı gibi silahını/gücünü gösterdi. Söz söyleme zamanı değil eylem zamanıydı. Yoksa sloganlı içerikli “Size farz olan cihada gidin biz size dua ederiz” demediler. Ne yazık ki çağımızda lahana misali beyaz sarıklı âlimlerimizin çoğu kralların memurlarıdır. Hiçbir kral/âmir, kendisine “menfaat sağlamayacaksa” memurunun sözünü kolay kolay dikkate bile almaz. Arapçada hiçbir değeri ve önemi olmayan” kimseler için “La mahalle lehu mine’l-i’râb” deyimi kullanılır. Krallara âlim, genellikle halk nezdinde iktidarlarını “meşrulaştırmak” ve ayakta tutmak için lazım! 

Toplumsal problemlerimizi çözmede yeteri kadar başarılı olduğumuz söylenemez. Anadolu topraklarında yıllardır beraber ve bir arada yaşayan farklı etnik ve mezheplere mensup insanlar arasında meydana gelen en ufak bir problemde, “dışarıdan” uzmanların gelip arabuluculuk (arabozuculuk) yapıyor olmaları izah edilir gibi değil.

Aşağıdaki anekdotta geleceği üzere, sahi! Bunlar bizim neyimiz olur? Toplumun “ortak paydası” üzerinde değil de farklılıklarını ayrıştırarak hareket edenlerin bize yakınlıkları nedir? Dinin ortak ve birleştirici vasfından değil ayrıştırıcı yorumlarından hareket edenlerin bizimle insanî bağları nedir?

Hikâye şöyledir; Anadolu’nun şirin bir kasabasında çobanlık yapan Mehmet, sahibi olduğu köpeğine de çok iyi bakar. Hatta köylünün kendisine ücret olarak verdiği koyunlardan birisinin bütün sütünü sağıp, mısır ekmeği ile karıştırarak köpeğine her gün yedirir.

Köpeğine tahsis ettiği koyunu yavrular, Mehmet bunlara da dokunmaz. “Bunlar köpeğimindir” diyerek ayırır. Kendince hayvan hakkını gözetir. Biraz da iyilik biriktirerek zamanı geldiğinde sıkıntılı bir günde birikmiş yedek/“ihtiyaç akçesi” misali lazım olur diye düşünür. 

Aradan uzun yıllar geçince köpeğine tahsis ettiği koyunların sayısı da artar. Fakat hiç beklemediği bir anda köpeği ölür. Mehmet bu duruma çok üzülür. Yapacak bir şey de yoktur. Çok sevdiği köpeğini unutmamak için, zaman zaman koyunları ile öğle vakitlerinde istirahate çekildiği dağın eteğine gömer.

Bir gün koyunlarını otlatırken dinlenme vaktinde köpeğini gömdüğü yere gelir. Saflığının mı yoksa, yanlış inancının eseri mi bilinmez. Aklına, köpeğine tahsis ettiği koyunları ne yapacağı gelir. Kendi kendisine şu kararı verir  “bir ara kasabaya inip Kâdı Efendiye sorarım” diye düşünür.

Mehmet Çobanın yolu başka ihtiyaçları için kasabaya düşer. Mehmet hemen Kâdı Efendiye gider. Kâdı Efendi kendisine soru sormaya gelenlerin müşküllerini çözmek ile meşguldür. Kâdı Efendiye karnı ağrıyandan, kaynanası ile geçinemeyenlere kadar her türlü problem gelir.

Mehmet Çobana sıra gelince usulce selam verip hadiseyi anlatır. Sonra da sözü kısa kesip  “koyunları ne yapsam diye size sormaya geldim. Bu hususta sıkıntımı giderirseniz memnun olurum” der.

Kâdı Efendi, Mehmet Çobanın saflığına vererek “Mehmet! Sen koyunları bana getir. Ben onlara bir iyilik düşünürüm” der.

 Mehmet, Kâdı Efendinin fetvasına eleştiri getirecek bilgiye sahip değil. Fakat bu ara kafasında yeni soru işaretleri belirdi. Tamam diyerek dışarı çıkar. Tam kapıyı kapatacakken hemen geriye dönüp köpeğin mirasına konmak isteyen Kâdıya “Efendim! Sahi siz benim “itin/köpeğin” nesi oluyorsunuz? Sahiden! Problemlerimizi çözmeye çalışanlar bizim neyimiz oluyorlar; Stratejik ortaklarımız.

Menfaat söz konusu olduğunda insanlar kutsalı, dili, ırkı, bayrağı, tarikatı, dini,  istismar ederek çıkar ve rant sağlamaktan uzak durmazlar. Ekonomik gelir bazen insanı din dışında bile bırakabilir. Mesela; Amr b. Hişâm nam-ı diğer Ebu Cehil’i Kur’ân’dan uzaklaştıran, kabile taassubu, liderlik tutkusu ve köle efendi eşitliğini kabullenmemesiydi.  

Tıpkı Mehmet Âkif’in; “Aldanma insanların samimiyetine, menfaatleri gelir her şeyden önce… Vaat etmeseydi Allah cenneti, O’na bile etmezlerdi secde” dediği yerdeyiz. Kendi problemlerini “çözme kabiliyet ve becerisine” sahip olmayanların problemlerini başkaları gelir menfaati istikametinde çözer. “Süper güçle aynı yatağa girmeyi”  anlatan Rus atasözünde geçtiği üzere “Ayıyla dansa kalkarsan, dans sen yorulduğunda değil ayı istediğinde biter” sözünde geçtiği üzere birçok ülkedeki problemlerin biteceğine ülkenin yöneticileri değil başkaları karar veriyor.  Mesela; Terör Örgütü PKK’nın en üst yöneticilerinden Duran Kalkan devam eden kirli savaşın arka planını şöyle anlatır: "…Sorunun çözümsüzlüğünden yanalar, sorunun devam etmesini istiyorlar. Böylece Kürt sorunu temelindeki çelişki ve çatışmanın sürmesini istiyorlar. Oradan çıkar sağlıyorlar. Çözüme yönelen güçlerin üzerine gidiyorlar. Avrupa ülkeleri kendilerini barıştan yana gösteriyorlar ancak niyetimiz çözümden yana, ateşkesten yana olduğunda onu boşa çıkartmak için saldırılarda bulunuyorlar. Türkiye’ye karşı "savaşı sürdürün" tarzı dayatmalar defalarca geldi. Dış ortam Kürt sorununun çözümüne fırsat ve imkân vermedi. Tam tersine Kürt sorunu için çözümsüzlüğü, Türkiye’de de çatışmayı dayattı. Avrupa ülkelerinden ateşkes için zemin bulamadık. Bize ateşkes ilan etmeyeceksiniz, savaşı sürdüreceksiniz. (…) Bu dayatma açık oldu-gizli oldu, sözle oldu-fiiliyatla oldu ama bize dayatılan çatışmaydı, çözümsüzlüktü. Biz hiçbir devletten bir çözüm dayatması, çözüm programı, çözüm projesi görmedik. Hiç kimse karşımıza böyle gelmedi. Tam tersine; bizimle ilişki kurdular, düşüncemizi, siyasetimizi, niyetimizi öğrendiler, eğer niyetimiz çözümden yanaysa, ateşkesten yanaysa onu boşa çıkartmak için saldırılarda bulundular. PKK çatışma içindeyken değil, ateşkes sürecindeyken Avrupa’nın terör örgütleri listesine alındı. Dolayısıyla bu devletlerin neyi istediğini bilmemiz lazım. Ateşkes ilan etmeyeceksiniz, savaşı sürdüreceksiniz diye bize defalarca dayatmalarda bulundular…" Bu kirli savaşın arkasındaki gizli vekil piyonları ve kendilerinin de kullanıldıklarını itiraf ediyorlar.

Bu savaş “özgürlük savaşı” değildir. Bu savaş coğrafyanın bilim, sanat, kültür, mimari ve eğitime değil silaha yatırım yaptırma savaşıdır. Bütün savaşların olduğu gibi bu savaşın da kazananı yoktur. Keşke Kur’ân’ın hayatımıza ışık tutan “bilge kadın yönetici” Belkıs’a (İsmini Kur’ân değil, tarih kitapları verir)  savaş tamtamları “biz güçlü, kuvvetliyiz, savaşçı milletiz…” dediklerinde vahyin ebedileştirdiği Belkıs’ın sözleri “Gerçek şu ki, krallar bir ülkeye girdiklerinde orayı tarumar ederler; oranın soylu ve onurlu insanlarını aşağılarlar…” (Neml, 27/93) şeklindedir. Keşke “erkekler” de bu sözleri söyleyerek onurlu insanları zelil etmeyip ülkelerini yaşanmaz hale getirmeseler. Hatta şunu söylemekte sakınca yoktur.  Ukrayna’yı işgal eden Vladimir Putin veyahut Suriye Eski Devlet Başkanı Beşşaru’l-Esed  “kadın” olsaydı ülkenin durumu değişik olur muydu?  

Dünyayı ve zamanın ruhunu okumakta böyledir. Bir zamanlar Sovyetler Birliği Devlet Başkanlığı yapmış Mihail Gorbaçov Harvard Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada Sovyetler Birliğinin dağılma sürecini şöyle anlatır: “…Arkadaşım Cengiz)Aytmatov Issık Gölü forumcuları ile buluşmamı istedi. Çok meşguldüm, ama onu kırmadım, 'tamam' dedim. Derken geldiler. Kremlin'deki ofisimde onlarla birlikte birkaç saat geçirdik. O toplantıda aynı şeyleri düşündüğümüzü gördüm. Hepimiz yeni bir dünyaya adım attığımızı belirttik; bunun nükleer tehdit ve çevresel felaketlerle yüklü bir dünya olduğunu, artık hep birlikte idrak etmeliydik.

Bu yüzden evrensel değerler son derece önemli bir hale gelmiş ve bu değerler ulusal çıkarların önüne geçmişti. En azından benim ve bizim için bu böyleydi. O zaman bunları söylemek hiç alışılmadık ve geleneği sarsan düşüncelerdi. Bunları belirtmek kurulu düzeni sarsmak anlamına geliyordu. Nitekim bunlar yayınlandığında Marksistler “Genel Sekreterin söyledikleri ihanet anlamına gelir” demeye başladılar…” Dünyayı doğru okumanın yoludur. Gorbaçov baskı ve dayatmada bulunsaydı dünyayı sarsan “Ekim Devrimi” elli milyon insanın ölümüne sebep olduğu gibi bu süreçte bir o kadar insanın hayatını yok edebilirdi.

Bugün Müslümanlar yerel, ulusal, ırkî, mezhebî, şahsî çıkar ve değerleri öne çıkarıp “evrensel değerleri”, hukukun üstünlüğü, şeffaflık, demokrasi, özgürlük, hesap verebilirlik, adalet, insan hakları, eleştirel düşünceyi öncelemediğinden coğrafyada kan, savaş, gözyaşı, acı, ızdırap eksik olmuyor. “Biz değil ben kazanayım. Bize değil bana ne kazandırır” anlayışı.

Bu yazı toplam 2254 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Yazılan yorumlar hiçbir şekilde www.adilcevaz13.com’un görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır. Yorumlar, yazan kişiyi bağlayıcı niteliktedir.
9 Yorum