Kendimizle Yüzleşme
İlkokula gitmeden kitap okuma merakımın olduğunu hatırlıyorum. Köydeki iki katlı toprak evimizin damının saçaklarından ayaklarımı aşağıya sarkıtarak havalı havalı Rahmetli Aziz Abim ve Sakine Ablamın Hakkâri Yatılı Bölge Okulunda kendilerine verilen kitap sahifelerini okuma biliyormuşum gibi özenerek karıştırdığımı halen unutamadım. Okuma ve kitap sevgim o gün bugündür artarak devam ediyor. Kitap sevgisinden ziyade kitap tutkumda ipin ucunu kaçırdığımın farkındayım. Fakat Anadolu irfanında geçtiği üzere “Can çıkar huy çıkmaz.” Birde İngilizlerin dediği gibi “My job is my hobby” işim benim hobimdir.
Kitabın bulunduğu kitaplık, kütüphane benzeri mekânları gördüğümde Türkcell reklam yüzündeki çocuğun şapkasındaki antenlerin uyarılması gibi benim de zihin antenlerim harekete geçer. Bu bağlamda 08.08.2025 Tarihinde Iğdır’ın nevi şahsına münhasır farklı fikir ve düşünce sahiplerinin bir araya geldiği “Iğdır Düşünce Otağı”nda Iğdır’lı fakat eğitimini Almanya’da tamamlayan “kendi mahallemi terk ettim” diyen fikir insanı Mahmut Aşkar’ın “Kendimizle Yüzleşmek” kitabının kritiğini yaptık. Kitap kritiğini; yazarıyla aynı platformda bulunmak kitabın yazılış serüvenini de anlama imkânı veriyor. Kendimizle yüzleşmeye ihtiyacımızın olduğuna inandığım güzel bir mizanpajla Çığır Yayınlarından çıkan “Kendimizle Yüzleşmek” kitabın içeriğini okuyucunun gönlüne havale ediyorum.
Toplumda bilgi kuraklığının ve kitaba ilginin Arapların hava tahmin raporunu sunarken “tahte sıfır” sıfırın altında olduğu toplumda “Iğdır Düşünce Otağı”nın yaptığı kitap kritiği vb. faaliyetler can simidi gibidir. Vücudun %2’lik kısmına tekabül eden beynin vücudun diğer %80’inini yönetmesi gerekirken beyin fikir eksikliğinden dolayı zayıf veyahut işlevsiz kalabiliyor. Beynin fikir platformlarında harekete geçirilmesi gerekir.
Mahmut Aşkar topluma ayna tutarken “Ne sosyalistliğimiz ne milliyetçiliğimiz ve ne de İslamcılığımız günahlarımızı yıkamaya ve hatalarımızı örtbas etmeye yetmedi. Sırtımızı dayadığımız dağlar, sipere yattığımız tümsekler birer birer düştü.” dedi. Takke düştü kel göründü. Bu toplumdaki bütün kesimlerin; sağcı-solcu, laik- laik olmayan, Alevi, Şii, Sünni, Ateist, Teist, Türk, Kürt, Arap, Çerkez, sivil toplum kuruluşları kendileriyle yüzleşmek zorundadır. Çünkü artık deniz bitti. Bilgiye karşı duyarsızlığımızla krizlerin üstesinden gelmek zordur. Bunu Gazze olayında gördük, görüyoruz. Kurusıkı tabanca misali bütün desteğimiz yüksek volümlü retorikten ibaretti. Çünkü bilgi gücümüz zayıf.
Bu bağlamda varlığını uzun süre slogana borçlu sol düşünce köylüyü ikna edeceğine sürekli “havaya yazılmış” emek, özgürlük ve işçi/proletarya sloganları atarak “devrim” yapacaklarını zannettiler. Hayatı anlamlı kılan tek şey sloganlardan ibaretti. Fakat mutlu bir Türkiye için bir türlü devrim olmadı, olamazdı da. Pes ederek yapamadıkları devrim uğrunda nice gencecik fidanlar hayatlarının baharını görmeden kör kurşuna kurban gitti. Geçmişe sünger çekmeyerek kendisiyle yüzleşen Hasan Cemal “Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım” kitabında “Deniz Gezmiş’lerin ipe gitmesindeki sorumluluk payımı her geçen yıl daha çok kabullendim…” dedi. Bunca yıl çekilen acı ve hüzünler, siyasi hesaplara kurban edildi. Celalettin Can “74 affıyla cezaevlerinden çıkan devrimci ağabeylerimizden beklentimiz büyüktü. Ancak yarattıkları tam bir hayal kırıklığı oldu. Çoğunun iradesi kırılmıştı. Ayakta kalabilenler ise tecrübeleriyle bizlere yol gösteremedi…” dedi. Meğerse yıllarca devrim umutlarıyla yaşayan halka anlatılan cinli, perili ütopyalarmış. Çünkü talepler toplumsal gerçeklikten çok uzaktı. Karl Marx’tan mülhemle sosyalizm “kendi mezar kazıcısını kendisi yarattı.” Yasakçı tavırlarıyla fikirleri zehirleyen Kiliseye de hitaben “Beni Sen Kovdun” kitapları yazıldı.
Eski tüfek devrimcilerden Oral Çalışlar “68 İsyan Günleri” kitabında “Devrim Mücadelesi”nde geçen ömrünün Şâir’in dediği gibi “Bir çürük ipliğe hülya dizerek” boş hayaller peşinden koşmak olduğunu, “43 yaşında hayata sıfırdan başladım” dedi teessüf ve hüzünle. Muhsin Kızılkaya’nın dediği gibi “Solcular memleketi “kurtaracak”, sağcılar da solcuların memleketi “kurtarmalarına” izin vermeyeceklerdi! Sabah bir solcuyu öldüren silah, akşam bir sağcıyı sokak ortasına seriyordu.” Daha sonra 12 Eylül 1980’de yönetime el koyan Kenan Evren hayatı boyunca belinde silahı eksik etmediği için “Şartlar olgunlaşsın istedik” diyerek ülkenin beyin sermayesinin tükenişini film seyreder gibi izledi.
Darbe sonrası Diyarbakır Cezaevinde yaşanan acı ve işkenceler için meclis eski başkanı Bülent Arınç “bunları ben yaşasaydım ben de dağa çıkardım” dedi. Hâlbuki PKK’nin fikir iskeletini oluşturan reel sosyalizm ve komünizm ideolojisi miadını 1990’da doldurmuştu. Tarihin bir zaman diliminde devrimin peşine düşenler çok ağır bedel ödemeye mahkûm edildiler. Fakat kör bir ideoloji uğruna hayatlarını feda eden 50 bine yakın gerçeklikten kopuk, arkaik fikir taşıyıcıların ''Siz vurdunuz da biz ölmedik mi''? sloganın taşıyıcısı “serdengeçtiler” bir mezar taşına bile sahip olamadı. Yusuf Ziya Cömert’te “…Bu kadar sene geçti, devran döndü… Biz hâlâ nutuk atma aşamasındayız” der. Yalana inanmak devasız hastalıktır. Bir şeye kahrolsun demekle kahrolmadı, kahrolmuyor. Yaşasın demekle hiçbir toplum, ülke, din, mezhep ve ideoloji yaşamadı, yaşamıyor. Konuşma ve düşünme/tefekkür yeteneği dumura uğra(tıl)mış bol sloganlı hayat, kelebek ömrü kadar kısa ve sadece hamasetle yürüyen rasyonaliteden yoksun “dava söylemi”, muhafazakârlara eski tüfeklerden miras kaldı. Muhafazakârların hayat tarzı haline gelen ve salgına dönen “kahrolsun” retoriği, devamında da Amerika, İsrail, Çin, Şeytan, Batı… Kimi sevmiyorlarsa güdümlü füze gibi ilave ederek yüksek volümlü bağırmalarla fikirleri enfekte ettiler. Veyahut duyguları besleyip aklı ve tefekkürü devre dışı bırakan “şeriat gelecek vahşet bitecek” sloganını ürettiler. Slogan, Cemil Meriç’in ifadesiyle: “Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır, slogan. İlkelin, budalanın, papağanın ideolojisidir.” Yapılması gereken insanların fikri gıdasına bir ölçekte olsa katkı sağlamaktı. Ne yazık ki fikri rehberlik yapılmamış bireyleri sadece fetih ve devrim marşları eşliğinde bağırttılar. Bağırmak için fikre gerek yoktur. Belki de yüksek volümlü eşek sesinin Kur’ân tarafından kınanmasının sebebi slogan/bağırtının fikri/sözü boğmasıdır. (Lokman, 31/19) Fikri olanlar bağırmaz. Bağırtı/slogan derde deva değil. Sadece bağırsak gazını alıp boşluğa konuşmaktan ibarettir. Slogan sahipleri söylemle realiteyi dikkate almayan bölgesel dini yorumlara “ed-Din” dediler. Rasyonaliteden kopuk fikirlerden dolayı farklı inanç ve mezheb mensubiyetlerine bile tahammül edemediler. Cahiliye asabiyetiyle hareket ederek kendilerinden olmayanlara doğdukları toprakları cehenneme çevirerek Batı’ya muhtaç hale getirdiler. Kendi topraklarından kopmayanların kimisini enselerinden kesip kimisini de boğazlayacak kadar vahşileştiler. Medeniyetin merkezi olan Orta Doğu’da Palmira vb. Antik Şehirleri bir daha onarılamayacak şekilde tahrip ettiler. Bir insanı yaşatmak yerine yok etme zehirli bir böceği ortadan kaldırmaktan farksızdı onların dünyalarında. Adı barış/selâm olan Din’in müntesibi olduğunu söyleyen “güvercin/barış kasabı” tıynetsizler gençlerin ellerine silah vererek cennette “Hûri va’diyle” geleceklerini kararttılar.
Alışılmış hamasetin dışında, geleceğe dair bir anlatısı olmayan inanç gençlere ümit ve umut vermez oldu. Hâlbuki Allah’ın Müslümanlara akıllarını kullanmak için gönderdiği ilk mesaj “Oku” ydu. Bu âyet bir slogan değil, öncelikli ilahî emrin aksiyona dönüşmesi “yazarak kalemin mürekkebini tüketmek” talebiydi. Bu ilahî isteği yerine getirmeyen Müslümanlar Allah’a kafa tuttu. Bugün Müslüman Coğrafyanın yüzde ellisi “kalemi kurumuş” halde adını ve soyadını bile yazamaz haldedir. Kutsal kitaplarının “Oku” emirlerini slogana dönüştürenler teknolojik olarak Komünizmin beşiği Rusya’nın gerisinde kaldı. Batılıya da “Bir sabah kalksak, yeryüzünden bütün Müslümanların yok olduğunu görsek, dünya ne kaybeder?” sorusunu sordurdu. Hâlbuki 4. Yüzyılda Nobel ödülleri verilseydi hepsini Müslüman bilim adamları alırdı. Bugün yitirdiğimiz ahlakla “devran döndü.” Geçmişe sabitlenerek dini bilgi dâhil her şeyin değişken olduğunu geç öğrendik. Cemil Meriç “Bu memlekette sağcı-solcu ilerici-gerici yoktur, bu memlekette namuslular ile namussuzlar vardır” derken bireyin mensubiyetine değil “küresel vicdana” katkı sağlayanın ürettiği değere bakmak gerekir. Hz. Nuh helâk olacak oğlu için “Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum ailemdendir…” dediğinde Allah “Ey Nuh! O senin ailenden değildir. Çünkü o sâlih değer üretmedi” (Hûd, 11/45-46) (innehu ‘amelun ġayru sâlih) buyurarak Nuh’u eleştirir. İyi insan olmak için Nebi’ye aidiyet şart değil. Allah insanı, peygamber çocuğu, amcası, eşi, babası, ırkı ve cinsiyet “mensubiyetine” değil ürettiği değere ve hakikate göre dikkate alır. Burada Hz. Nuh’un bakışı/nazarı ile Allah’ın insanlığa göstermek istediği pencere farklıdır.
Kur’ân’ın muhatabına yaklaşımı hakaret etmeden, şirk gibi fikri temeli taklitten ibaret bile olsa karşıtını bile kollayarak bağırmadan iknayla inandırır. Saldırı ve müdafaa hariç silah yerine kelimelerin kullanılmasını ister. Çünkü vahyin gayesi insanı yaşatmaktır. Yüksek potansiyel sahibi insanı heba etmek değildir. Ne yazık ki böyle bir kitaba sahip Müslümanlar sıradan problemlerini bile baskı, öldürme, dayatma ve silahla çözmeye devam ediyorlar. Üstün potansiyele sahip binlerce insanı öldürmekten keyif alıyorlar. Bu durum tıpkı bir çuval cevizden yüzlerce bahçe inşa etmek yerine cevize “kuruyemiş” muamelesi yaparak heba etmektir. Şunu unutmamak gerekir; Yeryüzünün en kötü dili silahtır. Bu dil barışın değil yıkımın dilidir. Savaşın olduğu yerde intikam, fakirlik, yıkım, cehalet, zorbalık, olağanüstülük, kanunsuzluk, hukuksuzluk kol gezer. “Kılıçla dine giren sopayla dinden çıkar.”
Akif İnan’ın ifadesiyle Müslüman ülkeler “büyük bir hapishane” görünümünde olup ehliyet ve liyakatle değil Batı’nın çıkarlarını önceleyen monarşi/“aile saltanatları” üzerinden yönetiliyor. Bu sistemin devamı için yapılmadık işkence, zindan tehdidi ve hak ihlali kalmadı. Sivil aparatlar meşru olmayan sistemleri meşrulaştırmak için etkin rol üstlenmekte ve işbirliğine devam etmektedirler. Bir toplantı esnasında Kral’a bir dinleyici "şimdi istediğimiz şekilde konuşabilir miyiz?” diye sorduğunda yönetici "Burada özgür olup her türlü fikri ifade edebilirsiniz. Fakat dışarı çıktığınızda size herhangi bir teminat veremem" diyerek ironik cevap verir. Böyle bir toplumda insanların ahlaklı olmasını beklemek zordur. Aliya İzzetbegoviç, “Diktatörlük günahı yasaklasa bile ahlaksız, demokrasi ona izin verse bile ahlaklıdır. Ahlakilik özgürlükten ayrılamaz. Ancak hür fiil ahlaki fiildir.” İnsanı farklı kılan özgürce fiillerde bulunmasıdır. Şunu unutmamak gerekir, toplumsal "çoğulculuğu", kesreti teke indirgemek toplumsal barışı bozar. Tek tip dayatması çoğulculuğu yok eder. Avrupa’da bazı tarihi binaların ön yüzünde, “tek inanç, tek kral, tek hukuk” diye mermere kazınmış geçmişten kalan sloganlar “ibret vesikası” olarak yerlerini korumaktadır. Daha sonra gelenlerden Alain Touraine “Ancak karşılıklı olarak birbirimizi birer özne olarak kabul ettiğimizde, birlikte ve farklılıklarımızla yaşayabiliriz” tespitinde bulunur.


YAZIYA YORUM KAT