1. YAZARLAR

  2. Prof. Dr. Zeki TAN

  3. Hastane Günlerim
Prof. Dr. Zeki TAN

Prof. Dr. Zeki TAN

ÖĞRETİM ÜYESİ
Yazarın Tüm Yazıları >

Hastane Günlerim

A+A-

“Kurtlukta kanundur, düşeni yerler.” Kemal Tahir

Eğitimin etkileyici ve kalıcılığı için yaşayarak ve yaşatarak öğretmeyi tavsiye ederler. Eğitimdeki başarılarından söz ettiren “Finladiya Eğitim Modeli” şimdilerde “Singapur Eğitim Modeli” aktivite eksenlidir. Yani bir konu veya dersi pratize ettiğinizde ömür boyu unutulmaz. Aslında sadece okuldaki eğitim değil hayattaki her yaşanmışlık öğreticiliğini pratiğine borçludur. Gurbeti yaşamadan, “Ben gurbette değilim gurbet benim içimde” diyemeyiz. Ayrılığı tatmadan, “Ayrılık kolay değil onu gel sen bana sorusunu” soramayız. Annemiz vefat etmeden yetimliği nasıl anlarız? Bunun için yaşayarak öğrenmek bazen acı ve hüzünle doludur. Fakat damakta tat gibi ruhumuzun derinliklerinde yaşadığımız keder, hüzün ve acılar en büyük öğretmenlerdir. Canınız yandığı için unutulmuyor. Selçuk Şirin’in dediği gibi “Gerçek müfredat yaşanan hayattır” sözü anlamlıdır.

Geçmiş yıllarda sağlık kurumlarının duvarlarını süsleyen benim de ne zaman görsem okuma alışkanlığımdan dolayı hafızamda kayıtlı duran Kanuni Sultan Süleyman'ın “Halk içinde mu'teber bir nesne yok devlet gibi, Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.” Yani “Halkın gözünde devlet gibi değerli bir şey yok. Hâlbuki şu dünyada bir nefes sıhhat gibi devlet (güç) olamaz”  ünlü beytini okuduğumda hastalıkla ilgili fazlaca yaşanmışlığım olmadığından etkilenmezdim. Şimdilerde ise bana Zebur’un âyeti gibi anlamlı ve değerli geliyor. Hayat hikâye ve şiirlerde yazıldığı gibi yerli yerinde gitmiyor. Birde bakıyorsunuz “yıkılmadım ayaktayım” dediğinizde nefes almakta güçlük çekiyorsunuz. Geçen gün (21 Ocak) ta kıymetli dost Alaaddin Yanardağ’la Iğdır Üniversitesinin yeşil, bol oksijenli ve nezih kampüsünde yürüyüş yaparken popüler konuların çözümlemelerini yapıyorduk. Hatta bir ara söz  “eski tüfeklerden” birisinin medyada akıcı ve etkileyici yazılar yazdığına geldi. Alaaddin Bey “Eski tüfek fikir çilesi çekmiştir fakat kalemini bir “kahvaltıya” satar” dedi. Kısa bir sessizlikten sonra dengemi kaybettim. Göğsümde hissettiğim ağrı rahatsız etti. Ertesi gün Alaaddin Yanardağ’ın telefonu, iş insanı Ali Rıza Arslantürk’ün delaletiyle Iğdır Devlet Hastanesi kıymetli kardiyologu Dr. Ferhat Kanbay’a anlattığımda soluğu âcil servisin elektrokardiyografi odasında aldım. Gerekli tetkiklerden sonra Dr. Ferhat Kanbay’ın yardımıyla Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. Yavuz Karabağ’a gitmem gerektiğini söyledi.  Dr. Ferhat Kanbay’ın kriz geçirmediğimden emin olmak için üç defa kan tahlili yaptırmasıyla yakından ilgisini unutmak mümkün değil. Daha sonra “Kriz belirtisi görseydim ambulansla Kars Tıp Fakültesi Hastanesine gönderecektim” dedi. Unutamayacağım ilgisinden dolayı kendisine teşekkür ederim. Doç. Dr. Yavuz Karabağ hemen ameliyata alarak daha önce takılı olan damardaki stentin içine yeni stent taktı. Bir de damarın başka yerlerine iki stent daha takarak ameliyatı tamamladı. Bütün resmi prosedürün kısa sürede tamamlanması hastalığımın rahat geçmesine katkı sağladı. Genelde bütün hastalarda aynı süreç kısa sürede tamamlanıyordu. Üç gün kadar kaldığım yoğun bakım servisindeki ismiyle müsemma yoğunluk servisi sürecin hızlı akışını gösteriyordu. İnsan hayatın değerini, hayatını kaybetmekle yüzleştiği yoğun bakım servislerinde daha iyi anlıyor. Hz. Peygamber’in kendisinden dualarında ne isteyeceği hususunu soran sahabiye üç defa “Allah’tan sağlık ve afiyet talep et” gerçeğini en iyi hastanede anlıyor. Belki de hasta ziyaretini “kardeşinin hakkı olduğunu” (Buhârî, Cenâiz, 2) yaşayarak öğreniyor insan. Bir de Hz. Eyyûb’ün (Enbiya, 21/83) tavır ve davranışını iliklerine kadar hissediyor insan. Yaşatan Allah’tır.

Müftülük yaptığım (1990-2008) yıllarda hasta ziyaretlerinde yaptığım tesellilere bu sefer bir anda yaşadığım yoğun kalb spazmı karşısında Doç. Dr. Yavuz Karabağ’ın ameliyat esnasındaki “sıcak sesiyle” sabredin birazdan geçecek tesellisi benim için unutulmaz bir anı olarak kaldı. Hayatımda ilk defa hissettiğim tarifi imkânsız olduğu için “ruhumun acısı” olarak ifade edeceğim kalb spazmı unutulmaz iz bıraktı. Hatta bu acıdan kurtulmak için temenni edilmemesi gereken ölümü bile isteyebiliyor insan. Şâir’in Vakit tamam seni terk ediyorum” vedasında geçtiği üzere bir ara son an(ı)larımı yaşadığım duygusuna kapıldım. Rahmetli Aziz Abimi rüyamda görünce ölümün kenarından dolanmak gibi bir hal yaşadım. Veyahut şâir’in “Rindlerin Akşamı”nda dediği gibi  “Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç; Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!” haleti ruhiyesini ilk defa bu yakınlık ve derinlikte hissettim. Hayatta en değerli şey insan ve insanın sağlığıymış meğer. İliklerime kadar yaşayarak öğrendim. Düşünürün dediği gibi “İnsan para kazanmak için sağlığını bozuyor. Sonra sağlığını kazanmak için geri para harcıyor.”  Ben de bozduğum sağlığımı kazanmak için bir daha bu hikâyenin baştan yazılmasına izin verecek miyim? Ağır hasar tespitini yapabilecek miyim? Bilmiyorum. Bu topraklarda birçok hikâye kısa sürer. Bunu da zaman gösterecek. Hani Laz Uşağı Temel’e idam sehpasında sormuşlar: “Son sözlerin, son dileğin nedir?” Temel tereddütsüz cevap vermiş: “Ha bu bağa ders olsun!” Benim âcizlik ve çaresizliği iliklerime kadar hissettiğim saatleri bir daha unutmam zor olsa gerektir. Anadolu irfanında geçtiği üzere “Bir musibet bin nasihatten yeğdir.”

Hastane gözlem merkezi gibidir. Gecenin 03:00’ünde (başhekimlik idari görevine rağmen) hastalarını takip ettiğinde “Doktor Bey! Gecenin bu saatlerinde de hastalarla ilgileniyorsunuz” dediğimde bunun insanlara lütuf ve ihsan olmadığı tavır ve sükûnetiyle “Görevimizi yapıyoruz” demişti. Ben de geçmişteki uyuyamadığım uykularımın çoğunu yoğun bakımda kaza ettiğimde uykunun tutmadığı anlarda bolca dua edebilmiştim. Bu vesileyle “insanın kendisini değerli ve önemli olduğunu” hissettirdikleri için başta Doç. Dr. Yavuz Karabağ ve ekibine, Azerilerin “Şefkat Bacısı” olarak isimlendirdikleri hemşirelere, temizlik görevlilerine ve dua eden tüm dostlara teşekkür ederim. 

Yediğimiz Helaya Yedirdiklerimiz Semaya Gider

Yoğun bakımın ilk sabahında çok erken saatlerde hasta yatağının ayak ucuna konulan yemek masasındaki tabakta tam tamına beş tane zeytin, acaba bir dilim ekmeğin altında başka da zeytin varmı diye sağdan, soldan tabağa baktığımda (5) beş tane zeytin vardı. Bunları görünce Kemal Sunal’ın bakkaldan yarım ekmeğin yarısını alıp bir dilim peyniri koklayarak, kavanoz müzesindeki “karagözlüm” dediği zeytine de ekmeğini sürterek doymaya çalıştığı film sahnesini hatırladım.

Bana gelen yemek tabağında kibrit kutusundan küçük peynir, reçel ve tereyağı vardı. Bunları gördüğümde daha önce dinlediğim ve tebessüm ettiğim şu tatlı hatıra geldi aklıma. Diyet yapmak isteyen birisi diyetisyene giderek ne yapması gerektiğini sorar? Diyetisyen de hastane tabağına benzer ölçülerde tavsiyelerde bulunur.  O da bunları yemekten önce mi yoksa sonra mı yiyeceğim? diyerek diyetisyeni de güldürür. Yoğun bakım hemşiresinin göz ucuyla baktığı tabağımdaki zeytin çekirdeklerini görmeyince dudak bükerek şaşkınlığını ifade etti.   Belki de Canan Karatay’ın tavsiyelerine uyarak çekirdekleriyle beraber yediğimden haberi yoktu.

Yoğun bakım, randevusuna yetişemeyeceğim diye endişe edilecek yer olmadığından tamda vakit tüketme yeri. Zaman çokluğundan dolayı piknik havasında yavaş yediğim az yemekle doydum. Meğerse insan az yemekle doyuyormuş. Belki de hastane psikolojisinin etkisidir. Tahlilini psikologlara bırakayım. Daha önce bir öğünde yediğim yemeğin hastanenin üç öğününe denk geldiğini yaşayarak öğrendim. Daha az yemek yeseymişim yoğun bakımda belki de olmayacaktım. Fakat insan ve yemek birbirine derin bağlarla bağlı iki dostu ayırmak kolay olmuyor. Kökü yıllara dayanan, envai çeşidini esirgemediğim yemekle dostluk bağımı koparamasam da taammüden/planlayarak zayıflatmak zorundayım. Fakat kararlarımda “deniz feneri gibi yanardönere” döndüm. Allah’ın bizimle paylaştığı vahiyde temel ilke şudur;  “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınızın sonucudur...” (Şûra, 42/30) Günümüzde yapılan istatistiklerde insanlar açlıktan ziyade obezite/aşırı yemekten ölüyorlarmış.

Yoğun Bakım Servisinde zaman zaman içeriye refekatçı aldıkları olurdu. Benim refakatçım hastane tecrübesi de olan sevgili Mehmet Akif’ti. Ameliyattan çıkarken her tarafta aniden meydana gelecek krizlere karşı hayat kurtarıcı cihazlardan dolayı sadece kafamı oynatabiliyordum. Sıvı gıda almaya başlarken Mehmet Akif’in çorba getirmesi ve bunu bebek misali kaşık kaşık ağzıma vermesi ben de rikkât/acı, çaresizlik, hüzün, keder dolu ağır bir taş gibi içime otururken Mehmet Akif’te sevinç ve mutluluğa dönüşüyordu. Benimse ilk defa içimden sadece sessizce ağlamak geldi. Daha sonra annesine “bir zamanlar siz benim ağzıma veriyordunuz şimdi sıra bende”  diyerek keyifle anlattı Mehmet Âkif. Vahyin “Onların beni küçükken sevgi ve şefkatle besleyip büyüttükleri gibi, Sen de onlara merhamet eyle!” (İsra, 17/24) hakikatını baba-oğul yaşayarak öğreniyorduk. Bir de keskin zekâ sihibi Ressam Fahru’n-Nisa Zeid’in dediği gibi "İçimde patlayan duyguların dışavurumunu ancak bu şekilde aktarabiliyorum.”

Üniversiteler ve Tıp Fakülteleri

Üniversiteleri toplumla buluşturan fakültelerin başında Tıp Fakülteleri gelir. Hem insanlara yönelik olarak yaptıkları sağlık hizmetleri hem de “seçkinlikleriyle” Türkiye’deki Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi ve Öğrencileri üniversite ve toplum kaynaşmasında farkındalık oluşturuyorlar. Ağır sağlık yükünün taşıyıcısıdırlar. Ödülllendirilmeleri gerekir. Ne yazık ki fiziksel şiddete maruz kalmayan doktor kendini şanslı görüyor. Yapılan araştırmalarda Türkiye’de her 5 doktordan 4’ü hayatlarında sözlü veya fiziksel şiddete uğruyor. Hâlbuki insanların sağlığına yönelik hassas hizmetlerinden dolayı doktorlar takdire layıktırlar. Ne yazık ki ülke “bindiği dalı kesen topluma” dönüştü.  

Türkiye’de tıp fakültesi mezunu bir öğrenci “Tıp Doktoru” diplomasıyla dünyanın her ülkesinde iş bulabiliyor. Hem iş garantisi hem de gelir yüksekliği başka meslek grupları için söz konusu değildir. Çünkü Türkiye’nin parlak beyinleri tıp fakültelerini tercih ediyor. Hatta İran’da katıldığım “İslam Medeniyetinde Bilginin Önemi” sempozyumunda sunulan tebliğlerin içeriğinden serzenişte bulunduğumda bize mihmandarlık yapan akademisyene “İran’da en zeki gençler hangi fakülteyi tercih ediyor” dediğimde o da tıp fakültesi demişti. Bundan da özellikle Batılı ülkeler elçilikleri vasıtasıyla haberdarlar. Büyükelçilik personeli görevli oldukları ülkelerde bilgi topluyor ve rapor yazıyorlar.

Kesinliğini teyit edemediğim fakat vakıaya uygun geldiğine kanaat getirdiğim yabancı bir elçinin radarına takılan tıp raporu şöyledir; İngiltere'nin Yemen San’a Büyükelçisi Jane Marriot'un, İngiliz Avam Kamarasına sunduğu “Arap Dünyasında Eğitim Konulu Raporu’nda”;  "En zeki öğrenciler tıp ve mühendisliğe gidiyorlar. İkinci derece mezunlar ise iş idaresi ve iktisat gibi bölümlere giderek birinci derece mezunların yöneticisi oluyorlar. Üçüncü derece mezunlar ise siyasete yöneliyorlar ve ülkenin siyasetçileri olarak birinci ve ikinci derece mezunlara hükmediyorlar. Fakat eğitimde tamamen başarısız olanlar ise ordu ve emniyete katılarak siyaset ve iktisata tahakküm ederek, onları mevkilerinden indirip, isterlerse öldürüyorlar. Gerçekten dehşet verici olansa asla hiçbir okula gitmeyenler parlamentoya seçiliyor, kabile şeyhlerini kullanarak herkesin onlara itaat etmesini sağlıyorlar…” Bu raporda geçen hususlar sadece Arap Ülkelerine has değil. Arap olmayan birçok Orta Doğu Ülkesi için de geçerlidir.

Hastalık ve Kader İlişkisi

Bazı yanlış bigiler insanların inanç dünyasına girmeyiversin yıllar geçse de o yanlışın düzeltilmesi imkânsızdır. Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi yoğun bakım servisinde yakınımda yatan hastaya hemşirenin “Siz sigara içiyor musunuz? dediğinde ismini unuttuğum hastanın son derece pişkinlik ve etsiz çiğköfte kadar bile yoğrulmamış kabalıkla bir eliyle en yeni cep telefonuyla konuşurken laftan ibaret yiğit edasıyla “Günde üç paket sigara içiyorum. Vücudumda dokuz tane stent takılı. Hastaneye gelmediğimde doktorlar beni sorar” cevabına taaccüp etmiştim. Daha sonra servise çıkarılıp aynı pişkinlikteki başka bir hastayla karşılaştığımda o da başına gelenlerin müsebbibi kendisi değilmiş gibi Orhan Gencebay’ın “Kaderin Böylesine Yazıklar Olsun” temalı şarkılarının etkisiyle olsa gerek “Kader de ne varsa başımıza o gelir” diyerek sigara gibi yanlış seçimlerinin kurbanı ve hayranı olan insan kaderi suçladı. Anadolu topraklarında meydana gelen yangın, sel, deprem, trafik kazası, heyelan gibi gerekli tedbirleri almayan insanların ihmallerinden faciaya dönüşen olaylar için de Yahudilerin “Günah Keçisi” gibi bizde de suçlu kaderdir.  

İnsanın sorumluluk ve iradesini yok sayma İslam öncesi “Arap Aklı/anlayışının sahibi Mekke Müşrikleriydi.  (Nahl, 16/35; En’âm, 6/148) Bir ara “Müslüman Arap Aklının” taşıyıcısı Cebriye Mezhebinin tezahürünü hapishanede ders vermeye giderken görmüştüm. Bu sefer insanın özgürlük ve iradesini yok sayan aynı anlayış hastanede korona virüsü gibi kol geziyordu. Bu da gösteriyor ki hastaların hastalıklarını tedavi etmek kadar etkin “manevi danışmanlık” hizmeti vererek yanlış inanç, tevekkül ve kader anlayışı mutlaka düzeltilmelidir. Aslında hastalanmadan “koruyucu hekimlik” gibi “sahih dini bilgiyi” de önceden her hafta 22 milyon insanın iştirak ettiği cuma hutbelerini fırsata dönüştürmek gerekir. Çünkü din, en yüce değer olarak görülen insanı korumak için gönderildi. İnsan “yaşatılmadıktan” sonra devlet, din, kitap, peygamber, kutsal ayakta kalmaz. Julien Benda “Aydınların İhaneti”nde anlatır; Tolstoy, orduya katıldığında subaylardan birinin yürüyüşte sırayı bozduğu gerekçesiyle bir askeri dövdüğüne tanık oluşunu anlatır. Tolstoy subaya şöyle der: “Kendin gibi bir insana bu şekilde davranmaktan utanmıyor musun? Hiç mi İncil okumadın?” Subay şöyle karşılık verir: “Peki sen hiç mi Ordu Tüzüğü okumadın?” İnsan mı? Tüzük mü? İnsanı aşağılayan tüzük kalıcı olur mu? İnsanı merkeze alan Alman Anayasası 1. Maddesi şöyledir; “İnsan, devlet için değil, devlet, insan içindir. Devletin temel görevi, insanı şerefli yaşatmaktır.”

Kur’ân “Hastalandığımda O'dur bana şifa veren” (Şuâra, 26/80) diyerek hastalanmayı insana isnad eder. İnsan hata ve kusurlarından dolayı hastalanır. “Yeşfî” şifa talebi fiili Allah’a isnat edilmektedir. Allah hasta etmez. İnsan hastalanır. Allah kâinat eczanesinde yarattığı ilaçlarla şifa imkânı verir.  Hastalık ve musibetlerde insanın sorumluluk ve yaptığı fıtrata aykırı davranışı görmeyerek Allah’a fatura etmek Allah’a yapılan iftiradır.  Çünkü Kur’ân “İnsanların kendi elleriyle yapıp-ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı…” (Rûm, 30/41) buyurur. Albert Camus “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakmak gerek.” der. Vesselam. 

Bu yazı toplam 2201 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Yazılan yorumlar hiçbir şekilde www.adilcevaz13.com’un görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır. Yorumlar, yazan kişiyi bağlayıcı niteliktedir.
10 Yorum