1. YAZARLAR

  2. Prof. Dr. Zeki TAN

  3. Hayal Kırıklığına Uğradım
Prof. Dr. Zeki TAN

Prof. Dr. Zeki TAN

ÖĞRETİM ÜYESİ
Yazarın Tüm Yazıları >

Hayal Kırıklığına Uğradım

A+A-

Her insanın hayatında uğradığı hayal kırıklıkları mevcuttur. İlçe müftülüğü yaptığım yıllarda (1991-2010) karşılaştığım bazı olaylardan dolayı hayal kırıklığına uğramışlığım vardır.

Hakkâri merkezde oturmamıza rağmen köydeki bazı nimetlerden annemin sayesinde istifade ederdik. Rahmetli annemin çalışkanlık, kanaat ve tutumluluğu ev bütçesine katkı sağlardı. Salatalık kabuğunu kurutup bu kabuklardan mahalli olarak “tırşık” dediğimiz ekşimsi tadı olan yemeği yapardı. Giydiğimiz çorapları eskidiğinde çöpe atmazdı. Çorapların yırtılmış kısımlarını keser, geriye kalan kısımlarını da ince uğraşı sayesinde teşi bazı yörelerde “eğirmen” “eğirmeç” denilen aletle ip gibi eğirir,  eğirdiği çorap söküklerinden yeni ve desenli çorap örerdi. Üniversite öğrencisi olduğum yıllarda (1983-1988) bu çoraplardan uzun süre giydim. Bu çorap söküklerinden yaptığı ev patiğini biraz da hatırası ben de yaşasın diye bazen giyiyorum.  Tesbihat yaparken kullandığı tespih ve saatini halen “kutsal emanet” gibi saklarım.

Müftüye Götürüyorsun Dikkat Et?

Evimizde beslediğimiz ineklerimiz vardı. Bu hayvanların beslenme ve bakımına annem çok özen gösterirdi. Sabahleyin namazdan sonra ilk yaptığı işi önce hayvanlara yem vermekti. Bir de annemin inekleri sağmadan önce yarım saat kadar Kürtçe türkü/stran eşliğinde inekleri sıvazlayarak günümüz deyimiyle bir nevi masaj yapmasını unutmadım. Annem bize “masajdan sonra ineği sağınca inek hem kendini rahat hissediyor hem de ben ineğin bütün sütünü sağıyorum” derdi. Annemin ineği okşarken sesinin tatlılığı ineği gevşetirdi. Yıllar sonra hayvanlara yapılan müzikle terapiyi duyduğumda geçmişe hayalen gitmiştim.

İneklerin sütünden artanı bazen satardık. Annem yoğurdu özenerek yaptığı için müşterisi de hazırdı. Bunlardan birisi de il müftüsüydü. Dönemin il müftüsüne genellikle ben yoğurt götürürdüm.

Annem yoğurtları mayaladıktan sonra özellikle müftüye gidecek olan yoğurda çok özen gösterirdi. Eline aldığı temizlik bezini defalarca bakraç (bizim yörede bağraç) denilen yoğurt kabının etrafında dolandırarak temizlerdi. Annemin müftüye olan bu saygısı benim de müftü olmama etkisi olmuş mu? Mutlaka olmuştur!

Ailemizde müftüye, imama, müezzine çok saygı gösterilirdi. Evimize davet edildiklerinde onlara gösterilen hürmeti halen unutmadım. Din görevlilerinin mükemmelliğine, hatta dinin en güzel şekilde “din görevlileri” tarafından yaşandığına inanırdım. Fakat yıllar sonra ilçe müftüsü olduğumda, cami cemaatinin dini duyarlılıkları, dini vecibeleri yerine getirmede gösterdikleri duyarlılık, helal-haram hassasiyetleri, cömertlikleri, camiye bağlılıklarını gördüğümde “hayal kırıklığına” uğramıştım. Kur’ân’ın “din adamlarını” eleştirilerini daha iyi anladım. Necasetten taharetlenip hamasetle/sloganla geçinmeyi de anladım.

Bilişsel Çelişki

İnsanların doğru bildiklerinin tersini yapmasına psikolojide “bilişsel çelişki” denir. Doktorlar sigaranın başta kanser olmak üzere yüzlerce hastalığa sebep olduğunu bilmelerine rağmen neden hala sigara içmeye keyifle devam ederler. Alkol alanlar veya kumar oynayanlar bu alışkanlıkların zararlarını bilmelerine rağmen neden vazgeçmezler? Zâlimlerin zulmüne rağmen neden hâlen baş üstünde tutulmaya devam edilirler?

İnsan bağlandığı inancın yanlış olduğunu bilmesine rağmen neden vazgeçmez? Çünkü inandığı, bağlandığı, yaptığı şeyin “yanlış olmadığına” şartlandırmış kendisini. Buna yukarıda geçtiği üzere “bilişsel çelişki” denir. Yalan söylediğinde, gıybet ettiğinde, haram yediğinde, zulmettiğinde, bunların “kötü” olmadığına inanır. Hatta bunu keyifle ve aşkla yapmaya devam eder.  Başkası yaptığında kötü kendisi yaptığında güzel görüyor…

İlçe müftüsü olarak görev yaparken yaptığım gözlemin neticesi şudur; dini anlatanla, dinî anlatıları dinleyenlerin daha farklı olduğunu gördüm. Anadolu irfanında geçtiği üzere “hocaların dediklerini yapın fakat yaptıklarını yapmayınız” sözünün anlamını daha iyi anladım. İnsanların bir türlü anlamlandıramadığı veya anlamadığı hususların başında imam, müftü, vâiz, müezzinlerin “haram olduğunu” bildikleri davranışları niçin yaptığıdır. “Bilişsel çelişki” için de yaşıyoruz.

Dini bilgi aktaranlar malumat olarak cami cemaatinden daha avantajlı olabilir, fakat cami cemaatinin “dinî duygu, duyarlılık, içtenlik ve hassasiyette” dini anlatanlardan daha ilerde olduklarını gözlemledim. Bu çelişkiyi vahiy şöyle eleştirir: “siz kendinizi unutarak diğer insanlara erdemli olmayı mı öğütlüyorsunuz- hem de ilahî kelâmı okuyup durduğunuz halde? Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?” (Bakara, 2/44) Dinin ruhuyla/metoduyla savaşarak din anlatılmaz. Hayal kırıklığına uğradım. Bunun muhasebesini yapmamız gerekir.

Hacca Gidenlerin Çoğuna Hac Farz Değil

İlçe müftülüğü yaptığım yıllarda görevli olarak hacca gittim. Hacca gitmeden önce hacca gidenlerin İslam Coğrafyasının varlıklı ve zenginleri olduğunu hayal etmiştim. Çünkü hacca gitmek için maddi imkâna sahip olmak gerektiğini sohbet ve vaazlarda anlatır, gitmek için hayal kurduğum olmuştu.

Hacca gittiğimde zengin olmamasına rağmen ineğini satıp gelenden, emekli tazminatını yatırıp gelene kadar farklı hacıları gördüm.

Hacıların çoğunda İslam tarihinin değil insanlık tarihinin yaşandığı mekânları görme özlemi üst seviyededir. Bir hacı teyzenin Kâbe’yi gördüğünde duyduğu heyecanı müftü olarak duymadığıma halen içerlenirim. Dini bilgi sahibi olmakla dini duyguya sahip olmanın, dindarlığın görünenin ötesinde bir hal olduğunu hacda gördüm. Dini anlatmakla dini yaşamanın açık anlamlarını hacta gördüm. Çünkü dini anlatanlarla yaşayanlar arasındaki farkı bir laboratuvar gibi Hicaz topraklarında görmek mümkündür.

Aliya İzzet Begoviç “…haccın bir “eşitlik” rüyası olduğunu, bunun nedeninin de tam bir çeşitlilikten kaynaklanan topluluk ruhuyla açıklanabileceğini” söylerken bunu anlamak için dinî duyguyla beraber dinî bilginin de gerekliliğini vurgular.

Hacca gidenler dünyanın her ülkesinden gelen “hacılarla tanışmayı” umursamayıp başka işlerle uğraştıklarında haccın maksadı gerçekleşmez. Hatta Haceru’l-Esvedi öpmek için kimseyi ezerek öldürmez. Şeytanı taşlarken (başkalarını çiğneyerek) şeytanı güldürmez.

Hac, İslam coğrafyasının problemlerini tespitte laboratuvar gibidir. Hac ibadetinin hacının hayatında etkili olamamasını bu laboratuvarda tespit etmek mümkündür.

Mesela; dünyanın her tarafından gelen hacıların ülkelerine dönerken farklı kazanımlara neden sahip olamadıklarının sebebi, yapılan ibadetin içerikten uzak “turizm” formunda yapılmasının arka planını Kabe’de görmek mümkündür; Bilgi ve bilinçten yoksunluk…

Mesela; sokağa çıktığımızda Hacca gidenle gitmeyen, namaz kılanla kılmayan, oruç tutanla tutmayan, Kur’ân okuyanla okumayan daha ilerisini söyleyeyim inananla inanmayanların “davranışları, tutumları, hareketleri” arasında farkındalık olması gerekmez mi?

Dindar olduklarını söyleyenlerin (sadece Allah bilir) kullandıkları dil; çekici, rahatlatıcı, huzur iklimine çağırıcı, kuşatıcı, sevgi dolu, tedavi edici, nefretten uzak mıdır? Gençliğimizde bize “ilk anlatılan” Şâir’in dediği gibi “seni öldürmeye gelen sen de dirilsin” mottosunda mı?  Bir fikir, inanç, düşünce hamaset ve slogana indirgenirse o fikir ve düşünce hatta din bile anlamını kaybeder.

Hayal kırıklığına uğradığım hususlardan birisi de budur. Okuduğumla gördüklerim çok farklı şeylerdi. Otuz yıllık okumamda sonuç; dini insanlara anlatmanın ötesinde anlatacaklarımızı ahlaka ve karaktere dönüştürsek. Anlatmaya reklam arası versek! Mesela; güvenilir olsak. Çünkü güvenden daha değerli bir sermaye ve kazanım yoktur.

Susma Özgürlüğü; Bilginin Kirlenmesidir

Üniversiteye kayıt yaptırıp kürsüde hocaları dinlediğim yıllar zihnimde iz bıraktı. Bu yılların hareketliliği hayallerimi süsledi. Bu yılları unutmam mümkün değil. Hocalarımızın ders anlatımı, yeni ve farklı bilgi aktarımları çok hoşuma giderdi. Birçok öğrenci gibi ben de o kürsüde olmayı hayal ederdim. Masal anlatımında geçtiği üzere “evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Deve tellal iken…” bilginin mabedi olan üniversitede akademisyen oldum, fakat hayal kırıklığına uğradım. Niçin? Sorusunun ehliyet ve liyakat kısmının cevabı mahfuz kalsın. Diğer yarısını anlatayım; Ülkenin beyni üniversite olduğundan sistemin ideolojik bir aygıtı ve “günü kotaran” kurumlar olmamalıdır. Üniversite hem ürettiği bilginin, kültürün, patentin, verdiği diplomanın hatta sertifikanın evrensel ölçekte geçerliliği olmalıdır. Eğer üniversite tarafından üretilen bilgi, patent evrensel özelliğe sahip değilse üniversite yerel olmaktan kurtulamamıştır.  Daha yakın zamanda bir siyasetçinin/idarecinin şöyle bir serzenişi oldu. (Serzenişte bulunan şunu da hesaba katmalıdır veya bilmelidir. Politik itaatkârlık modunda ve sistemden “beslenenlerin” sistemin eksiğini, kusurunu, yanlışını ortaya koymak gibi bir “alışkanlıkları” olamaz. Sisteme “eleştiri yöneltenler” sistemden bağımsız olanlardır. Aslında “mış gibi yapıp” tribüne oynanıyor) Mevcut bir dinamizm olduğu göz ardı edilmemelidir.

Nevzat Tarhan “…üniversiteler sadece mevcut problemleri çözen değil, özellikle üniversitelerin toplumun geleceğine yönelik “tahmin edebilirlik” sorumlulukları da vardır. Üniversiteler görüşlerini dile getiremiyorsa politize olmuşlardır, baskılanmış ve demokrasiden uzaklaştırılmışlardır”… der.

Dünyanın en saygın 100 (yüz) üniversitesi sıralamasına girmesekte “…2021 yılı itibarıyla 205’i aşan (ikiyüzbeş) üniversitemiz vardır. Bunlardan 129'u devlet üniversitesi, 76'sı vakıf üniversitesidir. İstisnaları hariç, bunları matematik diliyle topla, çarp, bölmeye rağmen Anadolu’da yüzyıldır âdeta kangrene dönüşmüş bilim, teknoloji, eğitim, Kürt problemi, kadına şiddet, terör, Alevilik, hukuk, adalet vb. problemlerinin çözümüne “üretilen bilgi” katkı sağlayamadı…” Çünkü evrensel olamadık. İslam coğrafyası mezhepçilik ve ırkçılık girdabında debeleniyor. Bir de bu süreçte akademik kurumlar “susma özgürlüğünü” kullanarak bilgiyi kirletiyorlar. Kirlenen bilginin müşterisi olmaz.

Tarihçi Mehmet Genç “…Üniversitelerimizin çoğunun belki de hepsinin asıl fonksiyonu, mevcut bilgi stokunu daha doğrusu batı dünyasının meydana getirdiği bilgileri tercüme edip gençlere ve topluma aktarmaktır. Yeni bilgi meydana getirmek ise bizim üniversitelerimizde çok nadir bir vakadır" diyerek başkalarının bilgi ve donanımlarıyla problemlerimizi çözemeyeceğimizi anlatır. Yani üniversitelerimiz İslam Coğrafyasının âdeta insan sayısınca problemlerinin çözümüne yönelik bilgi üretmek yerine “bildiklerini veya ithal ettiklerini tekrar” etmekle meşgullerdir. Yol gösteren ve uyaran bir Sokrates’imiz, bir Descartes’imiz çıkmadı.

Bazen de son kullanma tarihi dolduğundan tedavülden kalkması gereken sistemin ürettiği problemlerle yüzleşmeyip içe kapanarak güzellemeler eşliğinde slogan atıyoruz. Ateş  düştüğü yeri yakıyor. Tedavi bekleyen hastalıklar bellidir. Fakat halimiz yıllardır çağdaş tıp dünyasının ürettiği ilaçları kullanmayıp koca-karı ilaçlarından şifa bekleyen hastalara benziyor. Veyahut dış baskı ve dayatmalarla kendi iç problemlerimizi çözmeye çalışıyoruz. Ne yazık ki çözemiyoruz.

Biz dışarıdan sadece teknoloji değil aynı zamanda sosyal bilimler; sosyoloji, psikoloji, iktisat, siyaset bilimi ve antropolojiyle ilgili kavramları da ithal ediyoruz. Sosyolog Ümit Meriç "…Avrupa kıtasının kendi iç sorunlarını teşhis ve tedavi etmek mecburiyeti ile tarih sahnesine çıkmış olan sosyolojiyi Avrupalı düşünürlerin kendi toplumlarını dikkate alarak kurduğu teoriler kendi realitelerini aydınlatıyor. 19. yüzyılda yaşamış olan Spencer, Weber ya da Marks'tan 21. yüzyıl Türkiye'sini aydınlatmasını beklemek abestir…" ifadeleri hal-i pürmelalimizi göstermektedir. Şiddetin/silahın üreticisi Batı’dan “merhamet” dileniyoruz.

Kendi doğal ve yeraltı kaynaklarımızı teknolojiye dönüştürmesini bilmediğimiz zaman Kaliforniya’daki slikon vadisinden birisi gelir sizden aldığı on tl’lik plastiği telefona dönüştürerek yirmi bin tl’ye size satar. Buna katma değeri yüksek ürün denir. Yani bir ürünün işlenerek daha yüksek ekonomik değere satılmasıdır. Bu da araştırma ve bilgiyle gerçekleşir. Mesela; Apple’ın yeni teknoloji sonucunda piyasa değeri 3 trilyon dolardır. Bu rakam irili ufaklı 20-30 ülkenin milli gelirini toplasanız (bir) 1 Apple etmiyor.

Buhar makinesi, elektriğin, elektroniğin ve endüstri 4.0’ın icadında rolümüz olmadı. Geldiğimiz noktada işgücü yerine robotlar ve uzaktan kontrol edilebilen ev ve fabrikaların, insan olmadan tamamen robotlarla yapılan ameliyatların gelişiminde katkımız yoktur. Biz  Ashab-ı Kehf’in uykudan uyandırıldıktan sonra ellerindeki işlevini kaybetmiş ve silikleşmiş antika paranın “karşılığı olmadığının” durumuna düşmüşüz.

Toplum Kaygılı Bilgi 

Geçen gün ilahiyat hocalarının mesajlaştığı whatsApp grubunun tartışma konusu  “Yahudi ve Hristiyanların cennete girip girmeyeceğiydi.” Bu konu ilahiyat öğrencisi olduğum seksenlerde bir grup ilahiyatçı tarafından da tartışılmıştı. O zaman cenneti tekeline alıp Allah’tan rol çalanlar yazdıkları kitaplardan para kazanmışlardı. Bugün tedavülden kalkmış güncelliğini yitiren bu fikirler yeni neslin ilgisini çekmiyor.

Bu konular konuşulabilir fakat toplumun gerisinde kalıp “güncelliğini” koruyamayan üniversite varlık sebebini tartışmaya açar. Eski donanımla bugünün problemlerini çözmeye çalışmak traktör yerine karasabanla tarım yapmaya benzer.

Asırlar önce hayatın dışında kalan dinin mensuplarının “Yahudi veya Hıristiyan olanlardan başkası cennete asla giremez…” (Bakara, 2/111) beyanlarıyla bizim “kuruntularımız” arasında ne fark var? Veyahut İstanbul fethedilirken Bizans’ta papazlar kilisede toplanıp meleklerin “erkek mi dişi mi?”  paradoksunu yaşıyoruz. 

Yahudi ve Hristiyanların cennete girip girmeyeceği konusu tartışılırken aynı saatte doğduğu toprakları terk ederek Batı’ya gitmek için Akdeniz’in sahiline vuran ikinci Aylan Bebek olayı ajanslara düştü. Yürek burkan, insanı insanlığından utandıran haber şöyleydi. “…İran’a bağlı Türkiye sınırına yakın Belasur adlı bir köyde sınırı geçmeye çalışan iki çocuklu bir anne donarak öldü. Çocukların soğuktan ellerinin şiştiği, annelerinin çoraplarını çıkarıp çocuklarının başlarına geçirdiği annenin ise ayağında poşet olduğu halde bulundu…” Kur’ân’ın ifadesiyle “…suçları neydi?” (Tekvir, 81/9)

İslam coğrafyası neden dünyanın  “en güvenilir” değil, sadece “güvenilir” ve yaşanabilir ülkeleri değildir. Müslümanlar niçin akın akın isimlerinde “İslâm Cumhuriyeti” kavramının yazıldığı ülkelerden kaçarak Hristiyanlara sığınıyorlar. Yazık değil mi? Ortadoğu’da krallar, emirler, sultanlar kurdukları saltanatla lüks hayat yaşarken bu yaşanan lüks hayata “fetva üreten” âlimlerden geçilmiyor. Bu konuları konuşmaktan yorulduk gibi. Son dönemde gündeme gelen “din yorgunu” kavramından ödünç alırsak “konuşma yorgunu” haline geldik.  

Müslüman coğrafyası, çağımızda daha çok görülen; yoksulluk, baskı, eziyet, sömürü, dayatma, intihar, adam kaçırma, kadın öldürme, çocuk gelinler, çocuk dilenciliği vb. sorunları cehennemi andırırken konuşup tartıştığımız konular insanların ne dünyasına ne de ahiretine yaramadığı için kimse de dönüp bakmıyor. Tarihi geçmiş bilgilerimizle kendimiz çalıp kendimiz oynuyor gibiyiz. Mesela; Yahudi ve Hristiyanları göndereceğimiz cehennemi içimizde var etmiş birbirimize hayatı cehennem etmişiz. Hayatı dar ettiğimiz bilim adamlarımız Muhammed İkbal’in ifadesiyle “zihnimizi ve yüreğimizi dumura uğratan baskının olmadığı”, fikirlere sınır konulmayan ve hissettikleri acıyı, hüznü, kederi dışa vurabilecek başka ülkelerin üniversitelerinde bilgi üretiyor.

Anadolu coğrafyasında yaklaşık beşyüz milyar dolar harcanarak “kırk yıldır” bir türlü bitmek bilmeyen terör ve şiddetin çözümünü konuşan ilahiyatçı akademisyen yok gibidir. Kardeşlik türküsü eşliğinde, kardeşlik edebiyatı yapmaya devam ediyoruz.

Üretilen Bilgi

Üniversitelerin ürettiği; bilgi, tez, makale, proje vb. çalışmalar toplumsal veya bireysel problemlere çözüme yönelik hazırlanmalıdır. Akademisyenin ortaya koyduğu tez, yazdığı kitap (lar), makale (ler) çalıştığı proje (ler), vergileriyle finanse eden toplumun herhangi bir derdine derman olmazsa anlamsızdır.  

Toplumsal kaygıdan hareketle yapılmayan çalışmalara kimse prim vermez. Ortaya konan kitap, tez, makale, projeler sadece sahibine ekonomik katkı veya unvan/titr kazandırıyorsa kurumlar hayatın dışında kalır. Toplum da, bilgi, kültür, edebî ve teknolojik ihtiyacını kendi üniversitelerinden karşılamazsa başka arayışlara girerler. Veyahut merdiven altı çalışmalara yönelirler. “Türkiye’deki bütün akademisyenler ve üniversiteler yetersizdir” demek her genellemenin yanlışlığı gibi bu da yanlış bir genelleme olur. Türkiye’de teknoloji üretecek insan kaynağını iyi yetiştiren dünya üniversiteleri sıralamasında üst seviyede olan üniversiteler az da olsa var. Yurtdışındaki emsalleri gibi fikir üreten akademisyenler de vardır. Fakat azdırlar.

Öğrenciler Aldatılmamalı

Yukarıda geçtiği üzere üniversiteler isminden de anlaşıldığı üzere evrensel kurumlardır. Öğrencilere verilen diplomanın bütün dünyada karşılığı olmalıdır. Karşılığı olmayan bir diplomayı verdiğimizde karşılığı olmayacak kadar “değerli” değilse yazar Alev Alatlı’nın ifadesiyle “…öğrencileri aldatıyoruz. Çünkü diploma veya belgenin karşılığının olmadığını bildiğimiz halde öğrenciye söylemiyorsak öğrenciyi dolandırıyoruz. Öğrenciye evrensel bilgiyi veremiyorsak yıllarını çalıyoruz...” Bu da üniversite vb. kurumlara olan güveni zedeliyor.

Eğer öğrencilere “size vereceğimiz bu diplomanın sosyal hayatta karşılığı olmayacak dersek, öğrenciler de benim gibi “hayal kırıklığına” uğrarlar.”  Hayatta en büyük vebal de başkalarının hayalleriyle oynamaktır. İlahiyat öğrencisi temel niteliği olan Arapça bilmiyor kuralına uygun tarzda Kur'ân okuyamıyorsa mezun olduktan sonra beş yıl oyalandığını o zaman anlar. Fakat iş işten geçmiştir. “Ba’de Harabi’l-Basra” Basra harap olduktan sonra…

Bu durum sadece ilahiyat için değildir elbette. Ne yazık ki bugün birçok kurumun verdiği diplomanın iş hayatında öğrenciye kazandırdığı değer ve kazanım azdır. Öğrenci emek vererek girdiği kampüsten ter dökerek mezun olduktan sonra “aldatıldığını” anlıyor. Çünkü hangi kapıya gitse aldığı belge/diplomanın geçerliliği yoktur.  Öğrencinin aldığı diplomanın katma değeri “kuşe kâğıttan” ibaret bir belgeye dönerse, yıllarca harcadığı zamana ve kaynağa ağıt yakar.

Üniversite mezunu bir öğrenci iş başvurusu için gittiği özel kurumda kendisine “sizi bu kuruma aldığımızda bize ne katacaksınız?” şeklindeki soruya tek cümle kuramadığından dolayı cevap veremediğini anlatır. Üniversite hayatımda “öğrenmeyi ve keşfetmeyi öğrenmek” yerine hep test kutucuğu işaretlemekle geçti. Konuşma, yorumlama ve fikir beyan kabiliyetim körelmişti. Bunu iş hayatına atıldığımda anladım. Düşündüğümü söyleyemedim.

Son yirmi yılda üretilen bilgi, Hz. Âdem’den ikibin yılına kadar üretilen bilgiye denktir. Bu bilgi çağında insanlara bilgi yüklemenin faydası yok. İnsanlara bilgiye ulaşmanın metotlarını öğretmemiz gerekir. Anonim sözde geçtiği üzere “bir insana balık yedirirseniz bir öğün doyar. Fakat balık tutmasını öğretirseniz ömür boyu karnı doyar.”

Üniversitede öğrenciye bilgi yüklendiğinde o anda “yeni bilgi” öğrenir. Fakat daha sonra yeni bilgi ihtiyacı ortaya çıktığında yeni bilgiye nasıl ulaşacağını bilmez. Çünkü “öğrenmeyi öğrenememiştir.” Hâlbuki üniversite bilgi öğretmez, öğrenmeyi öğrenmenin ve keşfetmenin yolunu ve yöntemini öğretir. Bilgiyi ezberlemek değil, yorumlamak gerekiyor. 

Aslında eğitimin gayesi de öğrenmeyi ve soru sormayı öğretmektir. Yoksa eğitim hayatı ezberle geçtiğinde öğrendiğini sık sık tekrarlar.

İnsanlara hayal kurmaları sık sık tavsiye edilir. Onlar da hayal kurarlar. Fakat hayallerinin kartopu gibi büyümesi yerine erimesi onları hayalleriyle yıkar.

 İnşaallah gözlemlerimden dolayı sizi de hayal kırıklığına uğratmadım. Vesselam!

Bu yazı toplam 3009 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Yazılan yorumlar hiçbir şekilde www.adilcevaz13.com’un görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır. Yorumlar, yazan kişiyi bağlayıcı niteliktedir.
15 Yorum